Bireyin manevi iradesinin pasifizasyonu iki olası, olumsuz kişilik profilinin habercisidir: Narsizm veya melankoli. Kişinin kendi temel, dürtüsel gereksinimlerini yerine getirmek ve bencilce isteklerini tatmin etmek için iradesini yönlendiren “egodur.” Üzerinde durulması gereken nokta şu ki; tatmin(!), ona metanet sağlar ve ruhunun direncini arttırır. Ancak, güçlü bir “egoyu” stabilize eden “öz-benliğin” işlevinin zayıflaması; onun bencilliğinin, açgözlülüğünün ve kibrinin kuvvetlenmesine neden olur.
Bu durumu yaratan ana faktör, onun yaşadığı yenilgileri aşırı derecede kişiselleştirmesidir. Çünkü onun “egosu” güçlüdür; dolayısıyla her durumda kendisini üstün, dokunulmaz ve haklı biri olarak görür. Sahip olduğu hırs ve nefreti bir üstünlük ögesi olarak kullanır. Üstelik kendi hayatını zaferler ve kazançlarla taçlandırsa da derinleşen ve büyüyen açgözlülüğünü bir noktadan sonra tatmin edemez. Zira bencilleşen ve zalimleşen bireyin artık bir ruhsal rehberi yoktur.
Kişinin hayata karşı duyduğu inancın yerini artık kendisine karşı güttüğü gözü kör aşk, yani narsizm almıştır. O belki güçlüdür ve kendisine aşırı derecede inanmaktadır, ancak en büyük çelişkisi kendi içsel yalnızlığıdır. Bunun nedeni ise, onu zalimlikleri veya bencillikleri yüzünden sosyal dünyada kendisini terk etmiş olan insanlar değil; benliğinin damarları kurumuş ve ışıltısını kaybetmiş olan manevi iradesidir.
Hayat, onun gözünde bir rekabet ve üstünlük yarışı haline gelirken ruhunda devinen güçlü bir nefret duygusu, geriye kalan manevi değerleri zehirleyerek sindirir. Artık bireyin tavan yapmış olan gururu bir kez bile incinse dahi, içindeki kötü niyet(!), ruhunda büyüyen karanlığın ortasında kendisini gösterecektir. Bu durumda kişiyi günahkârlığa itecek olan kibir(!) kendi rolüne soyunduğunda masumiyetini elinden alacaktır. O, artık daha duygusuz ve acımasız bir kişilik profili içerisindedir. Dış dünyaya yansıttığı kötü niyet ve zulüm vesilesiyle de gerçek bir günahkâr olma yolunda aşama kaydetmektedir.
Peki, “ego” yeterince güçlü değilse bireyi nasıl bir son bekler? Bu durumda o deneyimledikleriyle nasıl bir değişime doğru sürüklenir?
Öncelikle o, yaşadığı acı deneyimlerle başa çıkacak kadar metanetli değildir. İmdi, acıyı içselleştirmekten(!) başka bir çaresi yoktur. İşte bu durumda o, acının kendisi olur. Çünkü “öz-benliğin” pasifleşmesi yüzünden kendi ruhsal dengesini sağlayamadığı gibi; “egonun” da güçsüz olmasından ötürü yaşadığı ağır deneyimi psikolojik anlamda yenemez veya bastıramaz. Deneyimlediği kötü olaylara karşı bağışıklık kazanamadığı için pasif bir kişilik belirlenimine doğru sürüklenir. Zamanla yaşadığı acılara teslim olur ve saplantılı bir şekilde mazide kalan anılarına sarılır. Saplantı güçlüdür ve içindeki derin manevi boşluğu telafi edebilmek için kendi iç dünyasında yaşattığı sevgi nesnelerine sıkı bir şekilde sarılır ve bağlanır. Bunun nedeni ise; acının olduğu yerde sevginin de var olmasıdır. Sevgi hayatın her anında, bireyin ruhsal değerlerinin harmonisinde gizlidir ve yolun sonunda umut kendi ışığını göstererek zor süreci yaşanılabilir kılar. Yaşadığı anılar onun eksik kalan parçasının yerini alırken içselleştirilen sevgi nesnesi bir resim gibi kendi benliğinin ana motifi olarak yerini alır. Gece ve gündüz, iyi ile kötü hayata dair anlamın hepsi artık onun benliğinin iç-yüzünde kendisini gösterir. Ve sonunda, yaşadığı yalnızlık ve ağır melankoli yüzünden kendi içine kapanır.
Yüzeysel bir gözlemle melankolik kişiliği incelediğimizde manevi yönünün güçlü olduğunu düşünebiliriz. Fakat onun sahip olduğu ruhsal yapı artık eski doğal yapısında olmadığı gibi, kendi geçmişinden arta kalan yaşantıların her ayrıntısıyla incelendiği ve sonu olmayan bir anı laboratuvarına dönüşmüştür. Dolayısıyla onda gözlemlenen maneviyat; miadını doldurmuş bir hayatı karakterize eden anlamlı ama kuruntulu, tutkulu fakat bağımlı, eskimiş bir hikâye veya masal halini almıştır.
Hayatı kucaklamak veya yaşamak onun için çok da önemli değildir. O kişinin hedefi, içindeki melankolik evrenin sürekliliğini yas tutarak sağlamaktır. İçindeki nefret ya da bencillik başkalarını tehdit etmez. Çünkü o ancak kendi kendisinin düşmanı ve geçmişinin tutsağıdır. Yaşadıkları yüzünden çevresindekileri değil kendisini cezalandırır.
Evet, günahkârlık yolunda yürüyen bireyin ilk kurbanı kendisidir; her ne kadar cehenneme giden yol cennetin iyi niyet taşlarıyla döşenmiş olsa da. Çünkü kişi kendi kendisinin günahkârıdır. Yine de melankolideki sürecin aksine narsistik vakalarda görülen kötü niyet(!), kişinin iç-dünyasından çevresine karşı yansıtılır. Kısacası, aktif anlamda bir niyet sapması ve faaliyeti vardır. Fakat melankolide kötü bir niyet güdülse de bu niyetin faaliyeti onun iç-dünyasında yaşanır. Özetle, melankolide görülen kötü niyet virtüel haldedir. Yani gerçekte olmayıp zihinde tasarlanan ve onun iç-dünyasında yaşanılanların bir tezahürüdür sadece.
Her iki kişilik tipi de söz konusu bireyin kendi hayatında hata yapma riskini arttırır. İnsan hayatında yapılan pek çok hata art niyet taşımadığı için günah sayılmayabilir. Fakat gerek melankolide gerekse de narsizmde bir niyet sapması görüldüğünden, söz konusu kişilerin bilerek kendilerine ya da çevrelerine karşı yanlış yapmaları birer günah olarak değerlendirilebilir; çünkü yapılan yanlışın ardında iyi niyet ya da saflık yoksa bu ancak kötü niyet sınıfına girer.
Sonuç olarak, kişinin basireti büyük oranda kendi zekâsı ile orantılıdır. Peki, manevi açıdan özgürlüğünü yitirmiş olan birinin basireti gerçek anlamda güçlü olabilir mi? Zeki olan, fakat hayatın güzelliklerinin veya nimetlerinin farkındalığına varamayan bir insan ruhsal anlamda gelişimini nasıl sağlayabilir? Kendi duygusallığını ve hayata karşı güttüğü duyarlılığını yitirmiş olan bir kişi gerçek huzuru içinde nasıl yaşatabilir? O, manevi açıdan derin bir yoksunluk içerisindeyken nasıl mutlu olabilir?
Hayatta insan bedeni de dâhil olmak üzere maddi olan her şey geçicidir. Önemli olan maddi zenginlikler değil, manevi değerlerdir. Eğer ki; o, varoluşunu rasyonel ve realist bir hayat anlayışıyla sürdürebilirse manevi açıdan büyüyebilir. Ayrıca unutulmamalıdır ki; onun ruhunu güçlendirecek olan en büyük silah inançtır. Güçlü bir inanç, bireyin hayatında karşılaştığı engeller karşısında dingin bir duruş sergilemesini sağlar.
Sarsılmaz bir irade ancak kişinin kendi hayatında göstereceği rasyonel ve bağışlayıcı bir tutumla sağlanabilir. Bu tür bir hayat anlayışı onun yaşamı boyunca yere sağlam basmasını sağlayacaktır. Sonuçta ihtiyaç duyduğu sihirli iksir kendi içinde ve hayatın ta kendisinde gizlidir. O, muhtaç olduğu kudreti kendi ruhundaki maneviyatta ve evrende hüküm süren dengenin gizemli gücünde keşfedecektir. Ruhsal gelişimin ilk şartı budur…
SON

