Scroll Top
Öz-benliğin Yıkımı-Hastalıklara Açılan Kapı-1

Nevrotik hastalığın bireydeki varlığı aynı zamanda onun kendi kişiliğinin belirli yönlerden restore edilmesi gerektiğine işaret eder.

  Son bir asırda tıp, teknoloji ve bilim alanlarındaki gelişmeler insanoğlunun doğa üzerindeki hâkimiyetini arttırmakla kalmamış, özellikle sağlık sorunlarında yüzyıllardan beri var olan derin yaralara da merhem olmuştur. Günümüzün bireyi artık sağlık konusunda teknolojinin ve tıbbın eşsiz yardımlarıyla ağır hastalıkları tedavi edip yaşam sürecini ve kalitesini arttırmıştır. Sonuçta pek çok rahatsızlığa çözüm bulunmuş ve ölüm oranları azaltılarak toplumun demografik açıdan daimiliği arttırılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla tıbbın ve ilmin insanoğluna sunduğu geniş yelpazeli fayda ve katkılarını inkâr etmek mümkün değildir.

  Ancak bilim ve teknoloji, sahip olduğu büyük avantajları kullanıp günümüz insanını kendisine bağımlı hale getirmiş ve ruhsal açıdan da köreltmiştir. Kaldı ki; bilim(!) hayatın anlamıyla ilgilenmez; çünkü materyalist bir anlayışı vardır ve maneviyatla bir ilgisi yoktur.

  Kendi öz-felsefesinden uzaklaşan psikoloji de, deneyci ve determinist bir yöntem anlayışıyla görevini yerine getirmeye çalışan eski bir manevi bilim haline gelmiştir. Ancak bu zihin süreçleri bilimi, tıbbın yöntemlerine başvururken kendi tarihsel mirasını ve uygulamalarını ihmal etmemeli, bilakis onları geliştirmelidir. Çünkü tıp, manevi ya da soyut bir platformun ögesi değildir; olamaz. Üstelik salt beyin kimyasallarına odaklanarak kişinin ruhsal hastalıklarını iyileştiremez. Manevi yönü kısırdır ve kısır kalmaya mahkümdür, dolayısıyla bu noksanlığın çeşitli yöntemlerle desteklenmesi gerekmektedir.

  Edebiyatla ve felsefeyle olan bağını yavaş yavaş kaybedip artık daha çok teknik ve materyalist bir bakış açısından beslenen psikoloji, maneviyatla olan özdeşliğini yitirmeye başlamıştır. Çünkü bilim bu kapsamda ön plana çıkarak psikolojinin etkinlik alanını salt deneysel analizlere ve çözümlere indirgemiştir.

  Tıbbın ve bilimin insanoğluna sunduğu kapsamlı olanaklar inkâr edilemez. Ancak günümüz insanının yavaş yavaş kendi öz-kimliğinden uzaklaştığı da su götürmez bir gerçektir. Toplumu kendi varoluş çizgisinde özgür kılacak olan şey, ne bilimin oyuncağı olan teknolojinin, ne de deneysel determinizmin elindedir. Onu özgür kılacak olan hayat ve hayatın nimetleridir. Dolayısıyla sadece fizyolojik bir yönü olmayan, aynı zamanda tinsel bir derinliği de olan insanoğlu kendi özünden uzaklaşmamalı ve ruhsal sağlığını korumalıdır.

  Tam da bu noktada yeni bir kuram olma yolunda ilerleyen “Farkındalık ve Merak”, bireyin yaşadığı ruhsal sorunların çözümü için onu kendi hayatının gerçeğine doğru yönlendiren bir mantık ve şablon içerisindedir. Ruhsal hastalıklar konusunda kurgusal bir yaklaşımı varmış gibi gözükse de kişi özellikle sağ-duyulu bir şekilde analiz ettiğinde “Farkındalık ve Merakın” bu konuda hiç de küçümsenmeyecek bir zenginliği ve donanımı olduğunu görecektir.

  Birer ruhsal öge olarak değerlendirdiğim “öz-benlik” ve “ego”, bireyin iradesini yöneten ve yönlendiren önemli vasıflardır. Bunların yarattığı denge sayesinde o kendi varoluşunu gerçekleştirmektedir. O, kendisini ilgilendiren gerçeklerle yüzleşip idrak ettikçe, sahip olduğu hayat anlayışı ve görüşü şekillenmektedir.

  Önceki yazılarda da belirtildiği gibi; “öz-benliğin” pasifize olması, bireyin ruhsal sağlığının zarar görmesine ve olumsuz bir kişilik yapısı geliştirmesine neden olmaktadır. Fakat “öz-benliğin” sağlıklı işlevini büyük ölçüde yitirmesi, yani manevi iradenin yıkımı, bu metinde göreceğimiz gibi; ciddi ruhsal hastalıklara açılan bir kapı rolü üstlenecektir. Çünkü manevi irade pasifize dahi olsa kendi mizansen kapasitesinin gücü oranında kişinin ruhsal durumunu stabilize etmektedir. Dolayısıyla bu gücün zayıflaması ya da yetersiz kalması onun ruhsal dengesini tamamen bozup büyük bir kaosa neden olacaktır.

  “Farkındalık ve Merak” kuramına göre ciddi psikotik rahatsızlıklar “öz-benliğin” sağlıklı işlevini büyük ölçüde kaybetmesiyle başlar. Nevrotik rahatsızlıklar ise; “egonun” dürtüleri bilinçaltına bastırması ve kaygının güçlenişi ile ilgilidir. İlerleyen süreçte o kendi ruhsal sağlığını yavaş yavaş kaybedecek ve boşluğa doğru sürüklenecektir.

  1. DÜZEY (EGO): BASTIRMA VE KAYGI İLE GELİŞEN NEVROTİK RAHATSIZLIKLAR

  Eğer nevrotik hastalıkları mercek altına alırsak onların fizyolojik veya nörolojik kökenli olmayan, bireyin gerçekle olan ilişkisi biraz bozulsa da kaybolmadığı ruhsal bir bozukluk olduğunu görürüz. Nevrotik bir kişi kendi iç-görüsünün yardımıyla olası bir psiko-patolojik bozukluğun farkına varabilir. Nevrotiklik temelsiz kaygı, gerilim veya duygusal dengesizlikle tanımlanan sürekli bir uyum bozukluğu ve içsel çatışmaların sonucudur. Freud’a göre bu rahatsızlığı başlatan ana etmen “egonun” dürtüleri bilinçaltına bastırması ya da bireyin kişisel veya kişilerarası yaşadığı sorunların neden olduğu psikolojik çatışmaların çeşitli psikojenik belirtiler vesilesiyle sıkıntı yaratmasıdır. Bu durum anksiyeteyi güçlendirmekte ve yaşam kalitesini bozmaktadır. Sosyal, özel ya da mesleki hayatta yaşanan olumsuz deneyimlerin sebep olduğu depresif belirtileri ve duygusal dalgalanmaları da bu kategoriye ekleyebiliriz.

  Sosyal çevre açısından zengin olmak, bireyin yaşayabileceği ruhsal hastalıklara karşı koruyucu bir tampon görevi üstlenir. Fakat psikolojik yapıları kırılgan/hassas olan ya da yeterince güçlü bir “egoya” sahip olmayan kişilerin nevrotik hastalıklara yakalanma riski daha yüksektir. Çünkü güçlü bir “ego”, bireyin fiziksel ve ruhsal direncini ayakta tutmakla birlikte tatmin edildikçe iradenin gücünü arttırmaktadır. Ancak pek çok vaka, yaşamlarının belirli dönemlerinde kötü ve ağır bir süreçten geçerken ruhsal açıdan sıkıntı çekmekte ve nevrotik bir hastalığa yakalanabilmektedir.

  Nevrotik hastalığın başlangıç nedeni hazzın azalması, dolayısıyla kaygının artmasıdır. Çünkü birey eğer ki; hayattan zevk alıyorsa anksiyetenin gücü azalır ve pasifize olur. Bununla birlikte nevrotik kişideki kaygının yoğunluğu, kendi iradesiyle üstesinden gelebileceği düzeydedir.

  Yaşanılan travmalardan etkilenen “öz-benlik” bireyin psikolojisinin bozulmasına sebep olur. Böylece kişi andan(!) kopar ve hayatın nimetlerinden uzaklaşır. Bu uzaklaşma, boşluk duygusunun güçlenmesine ve hayata dönük ilgisinin zayıflamasına neden olur. Bu durumda kişi kendi içine kapanıp sosyal açıdan kendisini yalıtabilir. Fakat onun yaşadıklarıyla yüzleşmesi ve söz konusu gerçeği zihninde canlandırarak psikolojik anlamda yenmesi gerekecektir. Ancak bu şekilde yaşadığı boşluk duygusundan kurtulacak ve ruhsal sağlığını tekrar geri kazanacaktır. Lakin kişi gerçeklerle yüzleşmekten kaçınır. Böylelikle yaşanan buhran ve tedirginlik onun sosyal anlamda değil, fakat kendi iç-dünyasında yalnızlaşmasına neden olur. O, kendisini hayatın mutluluklarından dışlanmış gibi hisseder ve zihninin bir köşesinde saklamayı tercih ettiği travmatik deneyimlerin varlığı yavaş yavaş kaygının oluşumuna zemin hazırlar. Kaygı güçlendikçe ruhsal metaneti azalır ve zayıf düşer.

  Kaygının etkisi altında kalan ve aynı zamanda gerçeklerle yüzleşmekten kaçınan kişi artık ruhsal açıdan gücünü kaybetmiş ve direnci kırılmış bir durumdadır. Bu durumda kendisine ruhsal yönden sıkıntı veren travmayı bastırma yoluna gidecektir. Fakat birey dürtüleri veya deneyimleri bastırdığında, kendisi ile ilgili olan bazı gerçekleri, bilgileri veya hisleri de bilinçaltına itmektedir. Bu süreç, kendi benliğiyle ilgili bir farkındalık kaybı(iç-görü) yaşamasına neden olmaktadır.

  Bastırma ile birlikte onun hayata dönük ilgisi azalır ve kendisine hayatiyet verecek olan hazların yerini kaygı alır. Bu bir kısır döngü haline dönüşür ve boşluk duygusunu arttırır. Kaygının bireyin benliğinde giderek güçlenmesi ve iradesinin direncini kırması onun yaşam kalitesini bozacaktır. 

  Bu durumda Freud’un bir kavramı olan “Ambivalens”, yani duygu ikircikliğinin oynadığı rol çok büyüktür. Çünkü bastırmayı meydana getiren süreç, baskılayan iç-güdülerin (korku) baskılanan iç-güdüleri (cinsellik, haz) bilinçdışına itmesi ile gerçekleşmektedir. Birey bir yandan dürtüleri tatmin etme isteğinde iken, engellenme veya yasaklarla karşılaştığı ve çatışmaya girdiği için onları bastırmaktadır.

  Bastırılmış olan dürtüler bilinçaltında çeşitli çatışmalara neden olur ve kaygıya dönüşerek kendilerini çeşitli psikojenik belirtiler (psikosomatik) veya fobilerle bireyin bilincinde veya bedeninde gösterebilirler. Özellikle libidnal (cinsel) dürtülerin sekteye uğraması yani tatmin edilmemesi onu ruhsal açıdan olumsuz etkileyebilmektedir. Bastırılan cinsel dürtüler ve cinsellik veya saplantı düzeyinde görülen aşırı cinsel eğilim nevrozların belirleyici özelliklerinden biridir.

  Fobi; bireyin bir nesneye, mekâna veya içinde bulunduğu koşula karşı gösterdiği nedensiz korkudur. O, fobinin etkisiyle korkuya kapılıp karşılaştığı şeyi kendisi için bir tehdit olarak algılar. Bu durumda kişi, korkuya neden olan şeyin (nesne, mekân, koşul) kendisi için ne anlama geldiğini bulmalı ve korkunun mantıksal nedenini ortaya çıkarıp sorunun üstesinden gelmelidir.

  Günlük yaşamda kendisini gösterebilen saplantılar ise, kişinin etkisinden bir türlü kurtulamadığı, sıkıntı ve rahatsızlık veren takıntılı düşüncelerdir. Onun, saplantıların vermiş olduğu korku ve sıkıntıyı azaltmak için kendisini yapmaktan alıkoyamadığı düşünsel veya davranışsal süreçleri sık bir şekilde tekrarlamasına kompulsiyon denir. Dolayısıyla günlük hayatı olumsuz bir şekilde etkileyen ve yaşam kalitesini azaltan bu rahatsızlığa OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) adı verilir.

  Depresyon; kaygının, ümitsizliğin, karamsarlığın ve iştahsızlığın ağır bastığı ruhsal bir hastalıktır. Bu durumdaki kişi yaşama coşkusunu, sevincini ve heyecanını büyük ölçüde kaybeder. Gerek çevresel gerekse de genetik faktörler depresyonun oluşum sebebi olabilir. Depresyondaki bireyin gerçeklik ve kendilik algısında olumsuz düşünceler baş gösterir. O yaşamını sürdürmeye isteksizdir. Kendisini fazlasıyla değersiz ve suçlu hisseder.     

  Depresyonla başa çıkmak irade ve gayret gerektirir. Kişi içindeki yaşama sevincini pekiştirmeli ve hayata tutunmayı öğrenmelidir. Bireyin kendi rahatsızlığını kabul edip zorlukların üstesinden gelmesi, onu zamanla daha güçlü ve metanetli kılacaktır. Ayrıca depresyonun oluşumu, bireyi ruhsal anlamda bir değişime ve yenilenme sürecine teşvik eder. O, bu deneyimle birlikte manevi açıdan kabuk değiştirir; böylelikle kendisine ve hayata bakış şekli güncellenir.

  Neticede nevrotik hastalıklar sanıldığı gibi bireyin asla başa çıkamayacağı boyutta değildirler; ama kalıcı bir hale gelebilirler. Bu durumda “öz-benlik” kendi işlevini yerine getirebilir bir yapıda olduğu için kişi sahip olduğu iç-görüsüyle kendi sıkıntılarının bilincine varabilir.

   Onun kendi iç-görüsünü arttırma amacıyla alabileceği etkili bir psiko-eğitim, hayatında karşılaşabileceği travmatik olaylarla mücadelesinde ve onları yenmesinde oldukça faydalı olacaktır. Ayrıca yaşanılan bu ruhsal rahatsızlıklar, bireyin manevi açıdan olgunlaşmasında ve derinleşmesinde önemli bir role sahiptir. Kişi, kendi manevi iradesinin güçlenmesi için karşılaştığı engelleri aşmalı ve hayatını sevgiyle kucaklamayı bilmelidir. Nitekim gidilen yolda engeller yoksa o yol kimseyi bir yere götürmez. Son olarak, nevrotik hastalığın bireydeki varlığı, aynı zamanda onun kendi kişiliğinin belirli yönlerden restore edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Sonuçta değişim kaçınılmazdır…

DEVAMI, İKİNCİ YAZIDA…