2. DÜZEY (ÖZ-BENLİK): MANEVİ İRADENİN YIKIMI İLE GELİŞEN PSİKOTİK RAHATSIZLIKLAR
Yaşanılan travmanın etkisi, bireyin hayata açılan penceresi olan “öz-benliğe” sirayet edip kadrajını aştığında, o artık sindiremeyeceği ya da başa çıkamayacağı kadar ciddi bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Tecrübe edilen deneyimin ağır etkisi “öz-benliğin” sağladığı dengeyi altüst eder ve kişi ruhsal açıdan bir yıkıma uğrar. Travmanın bireyin ruhuna serptiği kaygı tohumları zamanla toprağa, yani benliğe yayılarak zihinsel melekeleri(yetileri) olumsuz bir şekilde etkilerler. Kaygı, tinsel yapıya yayılarak bütün ruhsal değerleri kışkırtır ve benlikte büyük bir kaosa neden olur.
Ve korkulan olmuş, karanlık diyarlara açılan yolculuk başlamıştır. Bireyin benliğinin temel taşları kaygının dehşet verici etkisi altında tehdit edilmekte ve yerinden edilmeye zorlanmaktadır. Özetle onun manevi iradesinin dümenini kontrol etmesi giderek zorlaşır. Ne yazık ki bu durum, onun ruhsal yapısının temelinin sarsılmasıyla gerçekleşir. Temel sarsılır; çünkü bu mikro evreni ayakta tutan ve derin ruhsal yapının dayanağı olan manevi zenginliklerin üzerine gölge düşmüştür. Bu süreçte kaygının benlik içerisindeki olumsuz etkisi giderek yoğunlaşır. Sağlığının kaybedilmesinin nedenlerinden biri de; kaygının tesirinde kalan bireyin bir panik içerisinde sabuklaması, zihninin halüsinasyonlar ve delüzyonlar üretirken dış dünyayı -ayrıca kendisini- çarpık bir şekilde algılaması ve yorumlamasıdır.
Çarpıtılmış bir şekilde algılanan dış-gerçeklik beraberinde çarpık bir iç-dünya oluşturur. Bu negatif sürecin fitilini ateşleyen unsur, kişinin deneyimlediği travma karşısında “öz-benliğin” mizansen kapasitesinin yetersiz kalmasıdır. Yaşanılan travmanın yıkıcı gücü, bireyin “öz-benliğinin” mizansen kapasitesini aşar ve benlik içerisinde ciddi bir kaos oluşmasına neden olur. Bu durumda ciddi ruhsal hastalıklara açılan kapı “öz-benliğin” yıkımından geçer. İlerleyen aşamalarda o, bu yıkımın bedelini yaşayacağı yoğun anksiyete krizleriyle, sanrılarla ayrıca kendisini bir girdap gibi içine çeken paranoya ve sancı veren halüsinasyonlarla ödeyecektir.
Şimdilik(!), birey bir sınır çizgisinin üzerindedir. Benliğinin bir parçası hala yaşadığı acıya karşı direnebilmekte ve tıpkı yaralı halde yürüyen bir yol gezenin veya ölüm döşeğinde olan birisinin gösterdiği hüzünlü ve çaresiz haykırışları içten içe yaşayarak kendi zamanını beklemektedir. Beklenen zaman iki yönlüdür. Söz konusu kişi bir yandan kendisini acı sona hazırlarken bir yandan da her şeyin düzeldiğini ümit etmekte ve ümidin ışığında mucizeyi beklemektedir. Ümit beklentidir. Beklenti ise, hem ona uygulanacak olan tedavi, hem de kendisine yapılacak olan rehberliktir. O yardıma ihtiyaç duyar; çünkü metastaz(!) başlamış, kaygı benliğinin her bir köşesini sarmıştır. Artık müdahale için bile zaman kalmamıştır. Kendi gemisinin kaptanı olan yol gezen, fırtınalı havada alabora olmaktan korktuğu için demir atacak bir liman aramış ama bulamadığından akıntıda sürüklenmiştir. Dolayısıyla ona ancak kılavuzluk edebilecek bir rehber yardım edebilir.
Bireyin delüzyonel bir realite anlayışına doğru sürüklenme süreci, onun yaşadığı ağır deneyim/deneyimler neticesinde güncel zamanın gerçeğine sırtını dönmesi ile başlar. Kendi zihinsel melekelerinin sağlıksız bir etkinlik formatında(!) oluşturduğu çarpıklaşmış bir dünya ve kendilik anlayışına doğru ilerlemesiyle devam eder. Sağlıklı bir etkinlik, her bireyin zihinsel işlevlerini yerine getirebilmesi için gereklidir. Fakat bu durumda, onun zihnini meşgul eden şey gerçeğin kendisi değil, bozulan zihinsel yetilerin ve realite anlayışının neden olduğu paranoyadır. Sağlıklı işlevini yitiren zihinsel yetilerin yarattığı paranoya güçlenirken, kişinin eskiden sahip olduğu dünya anlayışı, yerini yabancılaşmış ve ötekileştirilmiş bir boyut halini alır. O, paranoyanın içine gömüldükçe ve derinlerde kayboldukça dış dünya(!), artık önemini kaybeder. Böylelikle kişi, kendi içinde hüküm süren uçuk düşünsel tezahürlerin ve normal olmayan gerçek dışı inançların çarpık içerikleriyle nitelenir. Bu nitelenme sınırların olmadığı bir sınırsızlık olduğu kadar umutsuzluğu bile umamayan bir eksiklik ve yoksunluktur. Hastanın kendilik algısı bozulduğundan sağlıklı bir iç-görü elde edemez. Dolayısıyla o, kendisinin nasıl bir psikolojik durum içerisinde olduğunun farkına varamaz. Çünkü “öz-benlik” yıkılmıştır…
Bireyin gerçeklik anlayışının temelini sağlayan oluşum, yani dış dünyada yaşanılan deneyimlerin içselleştirilerek oluşan anlamsal içerik ve manevi zenginlikler, onun hayatla kurduğu “dirimsel bağın” gücünü sağlar. Kişi, eğer ki, yaşanılan zor sürecin etkisinden kurtulamaz ise, zamanla kendi “dirimsel bağını” yitirir ve böylece reel dünyayla olan manevi bağlanımı sekteye uğrar. İmdi kişinin hayata dönük ilgisi ciddi bir kan kaybı yaşamaktadır. Manevi iradeyi(!) ayakta tutan hayatın anlamı ve temel sevgi nesnelerini içselleştirip düşünsel açıdan bir realite anlayışı kurgulamış olan zihnin iç-gerçekliği, bireyin hayata ve kendisine karşı duyduğu inancı yitirmesiyle birlikte ciddi oranda kaybedilir, bozulur. Hayatın anlamının ve sevgi nesneleri ile olan manevi bağlanımın kaybı, kişinin kendi iç-mikro evrenini derinden sarsar. Onu hayata bağlayan ve gerek duygusal, gerekse de düşünsel açıdan besleyerek kendi iç dünyasının oluşumunu ve zenginleşmesini sağlayan güneş ve yeryüzü yerini derin bir boşluğa bırakır. Yeryüzü onun iç-gerçekliğinin temelleri, güneş ise sevginin ışıldayan yüzü ve inancın daimiliğidir. Dolayısıyla bu süreç, onu ruhsal açıdan darmadağın eder.
Gerçek dünyanın sevgi nesnelerine karşı güdülen ilginin ve manevi bağlanımın yitimi bireyi derin bir yıkıma uğratır çünkü o, bu süreçle paralel bir şekilde hayata karşı beslediği inancı da kaybeder. Kişi, kaygının yoğun tesiri altında kaldığından kendi içine kapanır ve kendisini dış dünyadan yalıtır. Çünkü reel dünyaya karşı güdülen inancın ve güvenin yerini kuşku ve kaygı almıştır. Kuşku ve kaygının nedeni paranoyadır. Geçen zamanla birlikte onun gerçeklik ve kendilik algısı, anlayışı ve inancı paranoyanın yörüngesinde çarpıklaşır, başkalaşır ve bozulur. Paranoyanın oluşmasına neden olan unsurlardan biri de, zulüm görme ve suçlanma sanrılarının yarattığı tehdit algısı ve anksiyetedir. Bu sanrıların geçmişte “ego” tarafından bastırılan ve bireyin bilinçaltında iz bırakan travmatik anılarla olan ilgisi büyüktür. Nitekim toplum içinde yaşayan sağlıklı bir insanın zihinsel işlevlerini gerçekleştirebilmesi için yapay da olsa bir “gerçeklik” anlayışına ihtiyacı vardır. Çünkü onun zihnini meşgul edecek, ayrıca manevi gereksinimlerini ve anlam arayışlarını sonuçlandırabileceği bir realite dünyası gereklidir. Bu durumda, gerçeğin kendisinden gittikçe uzaklaşan ve bozulan zihinsel melekelerinin yarattığı ruhsal sancılarla adeta işkence gören vakamız, kendisine özgü anlamı ve mantığı olan bir realite ve kendilik anlayışı geliştirir ve inancını yeniden yapılandırır(öteki gerçeklik). Bu süreç, “egonun” devreye girmesiyle onun yaşadığı travmanın ağır etkisini sansürleyen bir savunma mekanizması veya kaçış yoludur. Yaratılan delüzyonel “gerçeklik”, kendi zihninin yeni argümanıdır artık. Görüldüğü gibi, akıl sağlığının kaybına neden olan en büyük etken onun gerçeklik ve kendilik algısının, anlayışının ve inancının bozulmasıdır.
Bozulan algısal süreçlerle oluşan gerçek dışı düşüncelerin oluşturduğu benlik formatı, ciddi bir psikotik tablonun oluşumuna neden olur. Hastanın hayata ve kendisine dair ürettiği düşünceler mantıksal içeriklerini zamanla yitirir. Ayrıca iç-görü noksanlığından dolayı birey kendi paranoyası ile gerçek dünya arasındaki sınırı kaybeder. Algının aldığı verileri çarpıtarak yorumlaması ve halüsinasyonların da buna eşlik etmesi kişinin iç-dünyasının içeriğinin normal olmayan bir boyut, derinlik ve anlam kazanmasına neden olur. Halüsinasyonlar ve algı bozuklukları bireyin içinde büyüyen paranoyayı besler. Bozulan zihinsel yetilerle yaratılan delüzyonel dünya, eski gerçeğin ikamesi altında benliğe kazınır. Hastalığın ilerleyen seyrinde ise, bireyin çarpıklaşmış ve başkalaşmış iç-dünyası, kendisine has gerçekliğiyle onu reel yaşamdan alıkoyar. Bu psikotik sürecin özeti, bireyin gerçeklik anlayışı bakımından hayatın mantıksal sınırlarını aşması ve toplumsal hayattan azade bir şekilde yokluğun derinliklerine doğru sürüklenmesi olarak betimlenebilir(Şizofreni).

Travmanın akabinde gelişen tinsel kaos bireyin psikolojisini o kadar derinden etkiler ki, onun duygu durumunu bozmakla kalmaz; algısal ve davranışsal süreçleri de altüst eder. Manik ve depresif episodlar yaşandığında sergilediği davranışlar dengesizleşir ve kontrolsüzleşir. Manik dönemindeki algısal süreçlerde kişi kendisini her bakımdan mükemmel hissederken hayat günlük güneşliktir. Ardından gelen depresif dönemlerde ise kendisini kusurlu ve değersiz olarak algılarken hayatın onun gözünde bir anlamı kalmamıştır. Fakat her iki dönemde de bireyin ruhsal sağlığı kırılgandır. Manik ve depresif evreler arasındaki eşiğin artması yakın zamanda ani ve keskin ruhsal dalgalanmaların yaşanabileceğinin işaretidir. Hastalığın prognozunda söz konusu ruhsal geçiş (manik>depresif) yaşandığında bireyin yüksek enerji düzeyi ani bir şekilde çökmekte ve bu durum, kendi rutin hayatını olumsuz anlamda etkilemektedir. Manik dönemlerde depresyondan çıkma hissinin verdiği ruhsal iyileşme ve iyimserleşme, depresyonun görüldüğü dönemlerde ise ruhsal çöküntü ve karamsarlık hissi hâkimdir. Düşünsel süreçlerin iç-temasının zıt kutuplu ve uçuk bir şekilde cereyan etmesi onun kendi sağlığı ve hayatı ayrıca yakın çevresi için ciddi bir risk oluşturmaktadır. Bu rahatsızlığın gerçek iç-yüzünde bireyin hayatla ve kendisiyle olan ilişkisinin zayıf olduğu görülür; ayrıca, onun kendilik ve realite anlayışı mantıki açıdan sağlam temeller üzerine kurulu olmadığı gibi bozuktur. Yani, “öz-benliğin” kendi kurgusal düzeni ruhsal ve zihinsel açıdan sorunludur. Bu durumda kendi ruhsal dengesini stabilize edemeyen bir zihnin dingin ve sağlıklı bir şekilde bilişsel yetilerini(hafıza, algı, farkındalık, dikkat, kavrayış, odaklanma, sezgi) gerçekleştirmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla bu olumsuz tablo, bir başka psikotik rahatsızlığı resmetmektedir(Bipolar).
“Öz-benliğin” yıkımıyla gelişen “dirimsel bağın” zayıflama süreci, gerçek temellere dayanmayan ötekinin(!) oluşumuna zemin hazırlayan en önemli faktörlerden biridir. Durum şu ki; reel dünyayla olan manevi bağın zarar görmesi derin bir boşluk duygusunun gelişimine neden olur. Fakat öte yandan, nesne(gerçek dünya) ile özne arasındaki ilişkinin zayıflaması onun gerçeklik anlayışına, inanışına ve algısına ağır darbeler indirir. Çünkü öznenin benliği, yani bireyin zihninin(!) iç-gerçekliğinin temelleri, kendi nesnesi ile yani reel dünyayla arasındaki bağın/ilişkinin gücüne bağlıdır. Kişinin benliğinin iç-gerçekliğiyle, yani dış-gerçeğin içselleştirilip içerinin dışarısı haline dönüşen formla olan bağlantıyı temsil eden “dirimsel bağ(!)”, onu var olan dünya anlayışının sınırları içerisinde demir atmasını sağlamaktadır; dolayısıyla güncel zamana… Yaşanılan ağır travmalar akabinde oluşan tinsel kaosa bireyin “dirimsel bağının” yitimi da eklendiğinde, bu onu gerçeklik sınırlarının dışına doğru itecek ve gerçek temelleri olmayan bir realite anlayışına doğru ilerlemesine neden olacaktır.
“Öz-benliğin” sağlıklı işlevini büyük ölçüde kaybetmesi, bireyin ruhsal coşkularının ve duygusal tepkilerinin pasifleşmesine neden olur. Bu soruna gerçeklik algısının bozulması da eklendiğinde onun özel ve sosyal hayatını sürdürebilmesi zorlaşır. Hayattan aldığı zevk azalır ve ileri safhalarda psikotik semptomların da yoğunlaşmasıyla kişi, zorunlu ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz hale gelir.
Bireyin yaşadığı delüzyonların sebebi kendi gerçeklik algısının, anlayışının veya inancının bozulmasıdır. Bu durumda kişi, içinde yaşadığı kültürün veya çevrenin gerçek düzeninin ötesinde gerçek dışı kanılara kapılır. Örneğin; gazete veya kitap okurken ya da televizyon izlerken gerçek dışı düşüncelere ve izlenimlere kapılacağı gibi… O, artık paranoyanın etkisindedir. Söz konusu kişi, özellikle toplum içinde davranış bozuklukları sergileyebilir veya nöbet geçirebilir.
Nevrotik rahatsızlıkların aksine psikotik bozukluklar bireyin benliğine zamanla hâkim olabilen ve ciddi hayati zorluklara neden olabilen ruhsal hastalıklardır. Bu tür psikoza giren kişiler sanıldığı(korkulduğu) gibi kendi çevreleri için bir tehdit oluşturmazlar. Genellikle içine kapanık ve sessiz insanlardır. Fakat onları topluma ve hayata kazandırabilmek için çok yönlü bir iyileştirme programı uygulanmalı; daha da önemlisi toplumsal açıdan bir farkındalık oluşturulup söz konusu kişiler manevi açıdan desteklenmelidir.
Günümüzde psiko-farmakoloji alanında çok önemli ilerlemeler kaydedilmekte ve pek çok ruhsal hastalığa uygun yeni nesil ilaç tipleri ihtiyaç sahiplerine sunulmaktadır. Ancak, psikiyatrinin vardığı süreç göstermiştir ki, anti-psikotik ilaç tedavisinin yanı sıra uygulanacak olan etkili bir psiko-terapi desteği tedaviyi pozitif anlamda etkilemektedir. Böylesine ciddi psikotik hastalıkların teşhis ve tedavisi için öncelikle uzman bir hekimin yeterli bir süre kişiyi gözlemlemesi şarttır. Bunun yanı sıra ailevi ve sosyal açıdan desteklenecek bir tedavi zinciri, onun tekrar hayata bağlanmasında çok yardımcı olacaktır.
Öte yandan, günümüz toplumlarının karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit, mevcut sistemin geleceğin bireylerini tek düze özgürlük kalıplarına sokarak gelişimlerini ve istikballerini birer sermaye gibi kullanmasıdır. İnsanoğluna bahşedilen özgürlük(!) bu şekilde onun elinden alınmaktadır. İnsani varoluş, bu yüzden o eski doğasını ve özgünlüğünü günümüzde kaybetmiştir. Kendi özgürlüğünü arttırmak vaadiyle bireye sunulan olanaklar zinciri bilakis dejenere edici, yalnızlaştırıcı ve kötrümleştirici etkileriyle perdenin arkasında rollerini sinsice gerçekleştirmektedirler. Halbuki; var olmanın anlamı özgür irademizle hayatı kucaklamak ve hayatı anlamlı kılmaktır. Kişinin hayatla arasında kurduğu “dirimsel bağın” güçlü olabilmesi buna bağlıdır.
İnsanı insan yapan en temel özellik, kendi hayatına ve çevresine değer katabilmesi, yani hayatı anlamlandırabilme becerisidir. Kim ki, eğer varoluşun esas anlamının hayatın gerçeklerini kabullenmek ve onları özümsemek olduğunu fark etmişse, mutluluğa ve huzura giden yolun yarısını tamamlamış demektir. Böylelikle o kendi serüvenini emekle, dirayetle ve sabırla gerçekleştirecek ve başkalarını hayata kazandırırken aynada bir ışık savaşçısının heybetli portresini görecektir.
Ancak hayatı anlamlı kılabilmek önce içsel bir sorgulayışı, ardından da ruhsal açıdan gelişimle taçlanacak bir varoluş serüvenini gerektirir. Hayatın anlamı ilk önce kendi içimizde filizlenir; tomurcuklanır. Biz içimizdeki özü hayatta var ettikçe, hayatın gözümüzdeki yansıması da bir ışık demetine dönüşür.
Kendi özümüz ile kurduğumuz güçlü bir ilişki, aslında hayatla aramızda var olan ama görünmeyen “dirimsel bir bağın” işaretidir. Bu bağ metaforik açıdan fırtınalı havalarda sığındığımız bir liman, kendi varoluş maceramızı yaşarken içimizde beliren sevgi ve heyecan kıvılcımlarının geldiği diyardır. Birey kendi hayatının büyük resmine bakarken ardında bıraktığı güzellikleri ve yaşanmışlıkları görmeli, tekrar tekrar yaşayarak duygulanmalıdır. Başardıklarının bilincine vardıkça gururlanmalı ama kendi olgunluğuyla erdemi ve dinginliği yakalamalıdır.
Huzurlu bir yaşama giden yol elbet beraberinde zorlukları da getirir. Birey hayatını kazanmak için emek sarf etmeli ve güçlüklere karşı göğüs germelidir. Hayatın kıymetini daha iyi anlayabilmesi için gerektiğinde acıya katlanmalı ve yaşadıklarından ders çıkarmalıdır.
Edebi bir söz vardır: İnsan yalnız doğar, yalnız yaşlanır ve hayatına tek başına veda eder. Ancak umudun ve inancın sihirli ellerinde hayat bulan, özgürlüğün getirdiği coşkulu atılımlarla hevesine heves katan ve hayatının her bir anında ayrı ayrı heyecanlar yaşayarak tutkularını daim eden bireyin bu yolculuktaki en büyük yoldaşı kendi “öz-benliğidir.” Dolayısıyla; “Farkındalık ve Merak” kuramının bel kemiğini oluşturan “dirimsel bağ” ve “öz-benlik” yetileri, tekil bireyin kendi varoluşunu kaderine rağmen sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesinde önemli rol oynayan insani vasıflardır. Bu yetiler, onu ruhsal anlamda besleyen ve geliştiren en önemli unsurlardır. Kendini bilen ve hayatın gerçekleriyle nitelenmiş bir kişinin bilgelik düzeyini arttıran da bu ruhsal ögelerdir.
Gerçek temellere dayanmayan bir “realite” anlayışı, bireyin hayatla ve kendisiyle arasındaki ilişkinin zayıf olduğunu gösterir. Bu durumda söz konusu ilişki(!) ya manzarası olmayan dar bir pencereyi temsil eder ya da ufkunu ışığın olmadığı kuytu, dipsiz bir kuyuya çevirmiş olan sefili(bireye değil ilişkiye gönderme yapılmaktadır)… Dipsiz bir kuyunun simgesi boşluk hissidir. Boşluk hissini depreştiren unsur ise; gölgelerin hâkimi olan kaygıdır. Kaygının, gerek bireyin zihinsel yetileri üzerinde gerekse de manevi iradesinin (öz-benliğin) yapısında nasıl olumsuz bir etkisi olduğunu özellikle psikotik vakalarda görmekteyiz. Ancak, günümüzde tıbbın etkili yardımıyla birlikte manevi açıdan desteklenecek bir tedavi süreci, bireyi hayatın karanlık tarafından geri getirebileceği gibi onu aydınlık tarafın önemli bir mertebesine ulaşmasını sağlayabilir. Kişi, kendi içinde saklı olan yeteneği keşfedip hayata tekrar bağlanmak için kullanabilir. Sevgi ile inancın eşsiz birlikteliğiyle kendi cevherini tekrar parlatabilir ve bundan sonra yaşayacağı hayatının baharına kaldığı yerden devam edebilir. Üstelik onun yaşayacağı ikinci bahar, selefinin anlam ve önemini kat ve kat arttırmış olacaktır.

