Scroll Top
Öz-Benlik ve Dirimsel Bağ: Hayatın Anlamı

Bu bağlamda bireyin yaşam çizgisi boyunca gerçekleştirdiği içselleştirme ve dışsallaştırma süreçleri onun(kişinin) ruhunun nefes alış-verişini, kısaca…

  Günlük rutinden yıpranan ve yaşamın sihirli dokunuşlarıyla mutluluğu ve huzuru içinde tekrar yaşatmak isteyen biri, kendine has yaratıcılığıyla oyun oynayan küçük bir çocuğun sevincini ve coşkusunu gözlemleyip feyz alabilir. Bu şekilde kısa bir an dahi olsa sıkıntılarını unutur ve var olmanın verdiği yaşam enerjisini yeniden anımsar. Nitekim yaşamın mucizesini ve bizim için taşıdığı değeri anlık dahi olsa tekrar tecrübe etmek insan olduğumuzu hatırlatır. Özerk ve olgun bir insan olmanın en büyük koşulu bireyin kendisi ve başkalarıyla kurduğu ilişkilerin verimli ve sağlıklı olmasıdır. Ancak başarılı bir ilişki kurmakta zorlanan ve hayatı boyunca hep bir arayış içerisinde olan bireyler öncelikle kendi özleriyle dirimselleşme yoluna gitmelidirler. Nitekim bu kategorideki insanların psikolojik envanterleri sorgulandığında özellikle kendi ebeveynleriyle kurulu olan ilişkilerinin olumsuz veya patolojik bir mahiyet taşıdığı görülmektedir. Ne yazık ki; söz konusu olumsuz ilişkiler yumağında onların sağlıklı kendilik gelişimleri sekteye uğramaktadır.

  Yine de ağır ve olumsuz aile içi dinamiklerden muzdarip olan bu kişiler, bir sis bulutunu andıran psikolojik bilmecelerini çözdükçe ve eksik kalan ruhsal profillerini tamamladıkça, hayatla ve kendileriyle olan ilişkileri tekrar sağlıklı kimliğine bürünecek ve bu şekilde kendi varoluşlarını eskisinden daha anlamlı kılacaklardır. Zira hayatın anlamı, bireyin gerçek yaşamla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin mahiyetinde gizlidir. Kişinin kendi hayatına kattığı yorum, gerek kendilik algısındaki iç-temayla gerekse de yaşamı bir özne olarak nasıl deneyimlediğiyle ilgilidir.

  O, eksik kalan kendilik gelişimine rağmen sağlıklı bir benliğe kavuşma yolunda adım atmalıdır. Nefessiz kalan ruhuna kalıcı bir soluk alırken ve mazide kalan gençlik baharının güzide bahçesinde eski izlerin pasını sökerken derman niteliğindeki zamanı bir merhem gibi kullanmalıdır. Örselenen manevi yapısını inancın gücüyle onarmalı ve asimile olmaktan kurtulmalıdır. Bu nedenle birey ardında bıraktığı izleri sorgulamalı ve hakikatin evrensel yasalarını benimsemelidir. Nitekim gerçek dünyadan elde edilen pek çok deneyim, onun manevi iradesini devindiren ve hayatın anlamını kendisine çeşitli şekillerde özümseten bir mucizeyi içinde barındırır. Bu değerli deneyimlerle “öz-benliği” beslenen kişinin hayatla olan birlik ve bütünlüğü güçlenir ve o özgür bir şekilde var olarak kendi hayatının anlamını kalbinde yaşatmayı bilir.

  Yaşamanın ve var olmanın nedenlerinden biri, gözlerden uzak bir sahilin kayalıklarında bilmecemsi ve gizemsi bir şekilde bizi bekleyen kapalı istiridyelerin içindeki sırlardır. Var olmanın anlamı, kişinin kendi kozasını sevgi ve emekle büyütürken içinde barındırdığı cevherle ve kendi özgün kimliğiyle barışık olmasıdır. Kalbinde ve çevresinde yaşattıklarıyla birlikte bütünün uyumlu bir parçası olmaktan gurur duymasıdır. O, ölü toprağı serpilmiş dünyasını tekrar hayata döndürmek için zevk alma, sevme ve çalışma yeteneğini geliştirmeli; kendi ideallerini belirleyip onların peşinden koşmalıdır. Bu noktada hayatı anlamlandırma ve anlamlı hedeflere yönelme isteği, yaratıcı ve faydalı etkinliklerin fitilini ateşleyecektir. Bireyi derin uykusundan uyandıran sevginin ruhundaki doğaçlaması ve bir kırılma anı olan inancın ufukta kendini belli etmesi, hayatın değişmeyen sahici motifleridir. Manidar olan her nefeste hayatı solumak, her nefeste hayat bulmaktır. Manevi özgürlük kendi iç-dünyasının buğulu aynasında bir resim yaparken duygulanmak, gördüğü canlı simada özünü yeniden hatırlamaktır. Var olmanın başarısı, özgün bir üslupla yaşarken hayatla bir olmaktır. Bu noktada kendi ruhsal bağımsızlığını gerçek anlamda kazanmanın yolu yaşanılan kaygı tılsımlarını inancın ve sevginin büyülü gücüyle kırmaktan geçer.

  Gelişime ve olgunluğa giden yol, yaşanılanlardan edinilen faydalı çıkarımlarla kendi hayatını zindana çeviren prangalardan kurtulmayı gerektirir. Nitekim bir yanda ölümü, hayatı kucaklayarak seven insanlar vardır ki; onların hakikati kabullenme anlayışı kendi ruhsal tekâmüllerini arttırmalarına vesile olur. Öte yanda da hayatlarını ölümden korkarak ve kaderin gerçeklerinden kaçarak heba eden aciz insanlar vardır. Onlar, güncel zamana tutunma ve hayatın güzel yönlerini görebilme yeteneklerini ya kaybetmiş, ya da geliştirememişlerdir. Çünkü hakikatin evrensel yasalarını benimsememiş ve kendi eksik parçalarını telafi edebilmek için hayatla güçlü bir şekilde dirimselleşememişlerdir. Oysaki tekil birey her türlü baskı ve yaptırıma rağmen kendi manevi özgürlüğüyle kahramanı olduğu hayat hikâyesini anlamlı hale getirebilir. O hayatı yaşadıkça çeşitli deneyimler edinecek ve bu edinimler onun bilgeliğini arttıran ve kaygısını azaltan birer unsur olarak kendisine değerli imtiyazlar sağlayacaktır.

  İnişli çıkışlı bir seyir izleyen yaşam yolculuğumuzu kendi lehimize çevirebilmemiz, sahip olduğumuz kumaşın(!) kalitesinin göz önünde bulundurulup en iyi şekilde işlenmesiyle mümkün hale gelir. Fakat bu kumaşı temsil eden unsur fizyolojik olandan ziyade ruhsaldır. Kendi özümüz ve hayatla sağlayabileceğimiz tutarlı bir bütünlük, manevi irademizin tinsel bir devinim yaşamasına vesile olur. Bu süreç ruhsal tekâmüle giden merdivenlerin ilk basamaklarını teşkil eder. Derinleşen ve zenginleşen manevi irade, gerçeğin güven veren verilerinden yola çıkarak güçlü bir inancı, yani “dirimsel bağı” yapılandırır. Manevi irade(öz-benlik) hayatın anlamını, “dirimsel bağ” ise, hayatın anlamını muhafaza eden inancın gücünü içinde barındırır. Hayatın anlamı var olmak, dolayısıyla tinin özgürlüğünü gerçekleştirmektir. Bu bağlamda bireyin yaşam çizgisi boyunca gerçekleştirdiği içselleştirme ve dışsallaştırma süreçleri, onun(kişinin) ruhunun nefes alış-verişini, kısaca hayatla yaptığı anlamlı mübadeleyi anlatır.

  İçselleştirme ve dışsallaştırma mekanizmaları bireyin içinde devinen potansiyeli ve o potansiyelin edimsel hale dönüşme sürecini gerçekleştirir. Özellikle gelişim sürecinde yeterli derecede yapılan sağlıklı içselleştirme akışları bireyin bilgi donanımını arttırıp kendi özünü zenginleştirirken, hayatın anlamını daha derin bir şekilde benimsemesine yardımcı olur. Kişinin entelektüel kapasitesini doruk noktasına ulaştıran unsur kapsamlı bir şekilde gerçekleşen içselleştirme süreçleridir. Dışsallaştırma sürecinde ise bireyin dış dünyaya yansıttığı veya ortaya koyduğu yorum onu var eder. Dışsallaştırma; içselleştirilen deneyimlerin, algılanan verilerin veya izlenimlerin aklın filtresinden geçirilerek ve bir yorum katılarak dış dünyada ortaya konma sürecidir.

  Ancak yeterli ve sağlıklı bir düzeyde içselleştirme yapıp bu edinimleri dışsallaştıramayan bireyler gerçek anlamda var olamazlar. O, zamanın dengeli ve daimi denizinde yol alabilmek için içselleştirdiği verileri kullanarak kendi varoluşunu tayin etmelidir. Zamanla kendi özünü kadere yansıtırken, yani var olurken sahip olduğu yaratıcı yetilerini özgün bir şekilde ortaya koymalıdır. Bu zaman dilimi, onun özünün mührünün veya imzasının dolaylı bir yolla somutlaşma sürecidir. Başka bir deyişle onun reçeteye attığı imzanın veya mühürlediği sözleşmenin simgesi, kendi karmaşık zihinsel süreçlerinin bir dışa vurumu; semantik(anlamsal) veya mantıksal bir sunumudur. Dışsallaştırma sürecinde ortaya çıkan şey, içselleştirme vesilesiyle dış dünyadan pay alan(duyular ve akıl aracılığıyla) özün oluşan ve nitelik kazanan potansiyelinin dışarı yansımasıyla kendisini gösterir. Dışsallaştırma edimi yaratıcı bir amaçla yapılsın veya yapılmasın bireyi var eden eylemsel, duygusal, davranışsal veya düşünsel dışa vurumlardır.

  Uygar bir toplumun gelişmişlik seviyesinin belirlenmesinde tekil bireyin ve en küçük hücre birimi olan ailenin oynadığı rol büyüktür. Hümanist bir medeniyet seviyesine ulaşma yolunda olumlu toplumsal değerlerin genç nesil tarafından içselleştirilmesinin önemi paha biçilemez. Yeterli duygu alışverişinde bulunan ve kendi evlatlarıyla empati kurabilen ebeveynler, çocuğun dış dünyayla(toplumsal) olan ilişkisinde arabulucu bir işlev üstlenirler. Güçlü bir iletişim kurabilen olgun ve örnek aile fertlerinin genç birey tarafından birer rol model olarak benimsenmesi, düzgün ve sağlıklı bir kendiliğin gelişiminde kilit rol oynar. Bu noktada anne ve babayla özdeşim kurup, onların karakter izlenimlerini ve davranış kalıplarını içselleştiren çocuk kendi kişilik yapısının temellerini atar ve sosyal çevre tarafından zamanla şekillenir. İlerleyen yıllarda etik ve ahlaki değerlerin inşası da, sağlıklı bir kendilik gelişiminin doğrultusunda toplumsal değerleri içselleştirme süreciyle paralel işler. Bu hususta biçimlenen ve form kazanan şey aslında bir sanatçının üzerinde çalıştığı materyalden pek de farklı değildir. Toplumsal normlara ve sosyal etik kurallara göre biçimlenen ve kalıplaşan bireyin özgür iradesi törpülenir ve o aldığı faydalı geri bildirimler, uyarılar ve cezalarla ideal bir kişilik modeli benimser. Onun, cezaların ve çeşitli yaptırımların caydırıcı etkisini içselleştirmesi, toplumsal hayata uyum sağlayabilmesi açısından gerekli ve yardımcıdır. Gerekli dersleri alan ve doğruları idrak eden birey zamanla kendi iç-denetimini sağlar, böylelikle tutkuları ve davranışlarını kontrol eden ölçülü ve ahlak sahibi bir kişi olarak varoluşunu sürdürür.

  Hayatımızın hikâyesi içselleştirdiğimiz izlenimler ve verilerle serimlenir. Önemli olan, bu edinimlere kendi yorumumuzu katarak onları gerçek dünyada sahici bir forma kavuşturmaktır. Bu süreç, maddi ve manevi kültürleri çevremizde yaşatacağı gibi, kendi özümüzün birer yansıması ve temsili olarak varoluşumuzu tarihin tozlu sayfalarına taşıyacaktır.

  İçselleştirme ve dışsallaştırma süreçlerinin işlevi “öz-benliğin”, yani tinin var olmasını sağlayarak ruhsal iradeyi devindirir. Edinilen deneyimlerin yarattığı tinsel devinimle kendi özgün ritmini bulan kişi, gücünü “öz-benlikten” alan “dirimsel bağın” reel dünyaya kök salmasıyla birlikte güncel hayatla bütünleşir. Böylelikle kaderinin yolunda ilerleyen birey hayatın iyi ile kötü veçhelerini tecrübe ederek tinsel açıdan nitelenir.

  Yaşanılan önemli deneyimlerin nesnel bir muhakemesinin yapılıp ibret alınması, bireyin farkındalığını arttırdığından gerek “öz-benliğin” gerekse de “dirimsel bağın” gelişimi açısından elzemdir. Kişi yaşayacağı tinsel nitelenme süreciyle birlikte kendisini ve hayatı daha iyi tanıyacak, dolayısıyla dış dünyanın karmaşık ve bulanık resmi kendi zihninde yavaş yavaş netleşmeye başlayacaktır. Çeşitli deneyimlerden kazanılan anlamsal zenginlikler onun mantığının karakteristik yapısını ve düşüncelerini zamanla şekillendirecektir. Onun hayat anlayışı kendi ideal formuna kavuştukça yaşadıklarından haz duyacak ve entelektüel kapasitesinin artmasından zevk alacaktır. Bu olumlu değişim kişinin hayata dönük inancının ve ilgisinin eşzamanlı bir şekilde kuvvetlendiğini betimlemektedir. Bir tarafta “öz-benlik” ve “dirimsel bağ”, diğer tarafta da içselleştirme ve dışsallaştırma fonksiyonları döngüsel bir şekilde ömür boyu birbirlerini besleyecek ve aktive edeceklerdir.

  Bireyin “dirimsel bağı” zayıfsa, reel dünyayla olan bağlanımı güçsüzdür. Manevi iradesinin hayatla olan bağlanımı yeterli bir olgunluğa ve güce ulaşmamışsa, onun varoluşu pasifleşir; çünkü gerçek dünyaya olan ilgisi ve beklentileri anlamını kaybetmiştir. Ruhuna hayat veren yaşam sevinci ve yaratıcı gücü etkinliğini yitirmiş, üzerleri sanki bir kefen beziyle örtülmüştür. O, adil olmayan kaderden adalet beklercesine serzenişte bulunmuştur. Çünkü özgürlüğünü, gücünü ve hayallerini sonsuza dek yitirdiği yanılgısına kapılmıştır. Bu yüzden kendisini hayatın nimetlerinden ve sevgi evinden soyutlamıştır. Bu durumda onun çevresindeki insanlara, kültürel değerlere veya kendi geçmişine ait izlere olan farkındalığı ve ilgisi zayıfladığından zengin bir içselleştirme süreci gerçekleşemez. Dolayısıyla özgün bir içeriğe sahip olan dışsallaştırma mekanizmaları işlevini kaybeder. Hayatın anlamı aşk, arkadaşlık, sevgi, kültürlenme gibi pek çok önemli unsurun bir araya gelmesiyle güçlenir. İçselleştirilen pek çok sevgi nesnesi, bilgi veya deneyimlerin ihtiva ettiği anlamsal zenginlikler güçlü bir “öz-benliğin” işlevi sayesinde benimsenir ve dışsallaştırma süreciyle gerçek hayatta yaşatılır.

  Enine boyuna incelenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken nokta yapaylaşan, anormalleşen ve mekanikleşen günümüz insanının neden ruhsal aydınlanmaya ve tekâmüle giden yoldan saptığıdır. Nitekim kapitalist konjonktürlere göre yönlendirilen ve manipüle edilen modern insanın en büyük handikabı yücelttiği materyalist anlayıştır. Salt ekonomik parametrelere göre belirlenip empoze edilen makineleşmiş insan uygarlığı, içine işleyen tüketme anlayışı sonucunda zamanla hayatın anlamından ve kendi özünden uzaklaşmıştır. Mutlak olana inancını yitirmiş dolayısıyla kendisine karşı yabancılaşmıştır. Bu durumdan olumsuz etkilenen ve en çok asimile olan şey ise bireyin kendi “öz-benliğidir.” Ruhunun titreşimini ve yankısını kaybeden kişi, “öz-benliğinin” hastalığını tedavi etmek, durgunlaşan ve duyarsızlaşan cansız varlığını tekrar hayata döndürmek ve yaralanan kendiliğinin kabuk bağlayıp iyileşmesini istiyorsa kendi özüne dönüp küllerinden yeniden doğmalıdır. Manevi özgürlüğün ve özgün bir varoluşun sırrı bireyin kendi “öz-benliğinde” gizlidir. Bu hususta “egoya” güvenilemez, çünkü “ego” kurtuluş değil; mahkûmiyettir.

  İyiliğin kökünün kurutulduğu, kötünün sıradanlaştığı günümüz uygarlığında tekil bireyin yegâne kurtuluş yolu kendi “öz-benliğinden” geçer. Çünkü hayatın anlamını içinde barındıran “öz-benlik”, “egonun” aksine sahip olmanın veya tüketmenin değil, dingin ve sağlıklı bir hayat ritmiyle var olmanın anahtarıdır. “Öz-benlik” yapıcı ve bütünleştirici, “ego” ise açgözlü ve sömürücüdür.

  Her şeye rağmen günümüz insanı sevginin ve emeğin tek bir potada eridiği, güçlü bir aidiyet duygusunun ve inancın filizlendiği zengin bir manevi irade ile huzurun kapısını aralayabilir. Ancak onun zamanın sihirli ellerinde yeniden doğup büyümesi ve hayatın güzel nimetlerinden faydalanıp kendisini ruhsal açıdan beslemesi gerekecektir. Kişinin ruhuna serpilen sevgi ve inanç tohumları manevi açıdan zengin bir yaşamın temeli, mutlu ve huzurlu bir akıbetin habercisi olacaktır. O, manevi gereksinimlerini hayatı deneyimleyerek telafi ettikçe kendi “öz-benliğinin” devinimine şahit olacak ve edindiği zengin birikimle bir yol rehberi konumuna yükselecektir. Sonsuz bütünün önemli bir figürü haline gelip varoluşunu eskisinden daha anlamlı kılacaktır…

SONUÇ: Kaleme alınan bu yazının sonunu getirmeden önce, “farkındalık ve merak” kuramının bel kemiğini oluşturan “öz-benlik” ile “ego” arasındaki amaçsal/işlevsel farklılıkları göz önünde bulundurup bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Daha sonra da, önceki pek çok yazımda önemini vurguladığım “öz-benlik” kavramını özellikle bireyin manevi yönünün gelişimi hususunda neden üst-ben(süper-ego) kavramı yerine tercih ettiğimi belirterek metni tamamlayacağım.

  Savunma mekanizmaları bireyin yaşadığı engellenmeler(ihtiyaç, güdü ve davranışın amacına ulaşmasının önlenmesi), çatışmalar(id ile ben arasında) veya travmaların etkisiyle psikolojisinde oluşan yoğun kaygı ve gerilimi saf dışı bırakmak amacıyla bilinçsiz bir şekilde gerçekleşen bir kaçış yoludur. Gerçeğin zalim yönüyle yüzleşen ve söz konusu ağır deneyimle başa çıkamayan birey bilinçdışında gerçekleşen savunma mekanizmaları aracılığıyla içinde bulunduğu durumu reddeder ve gerçeği yadsır. Böylelikle benlik, geçici de olsa dingin ve sağlıklı yapısına geri döner ve kişi kendisini bir girdap gibi içine çeken buhrandan sivrilir. Kısacası, savunma mekanizmaları onun hayatında karşılaştığı sıkıntılı problemleri çözen bir anahtar değil, kendi ruhsal sağlığını kısa veya orta vadede korumasında yardımcı olan bir fonksiyondur. Ayrıca bu mekanizmalar kişinin psikolojisinde kalıcı bir duruma gelirse ruhsal anlamda bir gelişim sağlanamaz. Çünkü o, kendisini ilgilendiren gerçekleri kabullenmez, dolayısıyla idrak edemez. “Egosu” baskın olan biri, travmanın veya iç/dış kaynaklı çatışmaların neden olduğu anksiyeteyi bertaraf etmek için genellikle bilinçdışı savunma mekanizmaları geliştirir. Güçlü “egosu” tehdit altında olan ve yalnızca kendisini düşünen kişi, çoğu zaman başkalarının haklarını hiçe saymak ve var olan gerçeklerin üstünü örtmek pahasına kendisini savunmaya çalışır. O, doğruları gözetmeksizin gerçeğin yalancı şahitliğini yapar çünkü haklı, mağdur ve önemli olan sadece kendisidir. Ancak, “öz-benliği” baskın olan biri, yaşadığı travmanın etkisiyle bir kaos içerisine girse de zamanla mevcut durumu kabullenir veya kabul etmeye çalışır. Yeterli bir olgunluğa erişmiş olan kişi savunma mekanizmaları geliştirmek yerine kaygıya ve sıkıntıya belirli bir ölçüde de olsa katlanır ve zamanla mevcut durumu benimser. Birey, akan zamanla birlikte iyileşme sürecine girdiğinde tinsel bir nitelenme yaşayarak söz konusu zor dönemi ruhsal açıdan olgunlaşarak atlatmaya çalışır. Böylelikle yaşadığı zor dönemden faydalı çıkarımlar yaparak ruhsal açıdan önemli bir gelişim sağlar. Güdülenme sürecinin tamamlanması için (özellikle bedensel) bireyi tatmine yönlendirmesinin dışında yaşanılan travmatik deneyimlerin, çatışmaların veya sıkıntılı durumların neden olduğu kaygı ve gerilimi salt(!) savunma mekanizmalarıyla geçici olarak ortadan kaldırmak “egonun”; hayatın kötü gerçeklerini kabullenme olgunluğunu gösterebilmek ise “öz-benliğin” marifetidir. Onun kişiliğini, birinin ötekine olan üstünlüğü belirler.

  Son olarak biz, Freud ‘yen psikanaliz ekolünün kuramsal mantığına dayanarak ruhsal yapımızın temel bileşenlerinden biri olarak kabul edilen süper-egonun varlığını göz önünde bulundursak bile, “öz-benliğin” yeterince gelişmediği bir benlik formatında manevi ve ahlaki değerlerin zenginleşmesi olası değildir. Bireyin manevi iradesi olan “öz-benlik”, onun ruhsal yapısının çekirdek katmanını ve tinsel değerlerin toplandığı en yoğun bölgeyi oluşturur. Manevi iradenin işlevi ve birey üzerindeki olumlu etkisi bu oluşan ve gelişen katmanın benlik içerisindeki gücüne göre belirlenir. Eğer ki; “öz-benlik” yeterince güçlü değilse; olası bir üst-benin yoğun baskısı ve denetimi ne kadar kuvvetli olursa olsun, kişi yeterli derecede ve derinlikte bir tinsel nitelenme süreci yaşayamayacak, dolayısıyla kendi ruhunu olgunlaştıracak olan devinim asla gerçekleşmeyecektir…