Denizden yansıyan güneşin pırıltıları, gök kuşağını görüp güzel duygulara kapılan sevgi adamları. Sığırcıkların havadaki figüratif dansı, geceleri bir resital sergileyen çoban yıldızı… Kâinatın biricik değeri, sistemin tek hâkimi… Süregiden zamanda akan kum tanecikleri… Özgün bir oluşla devinen evrenin birliği, onu hiçliğe karşı yaşatan inancı, asaleti…
Bu yazının ana konusu yukardaki özdeyişin son satırında da belirtmiş olduğum gibi inancın ne olduğu, nasıl ve neden oluştuğu ile ilgilidir. Felsefi ve psikolojik bir dil kullanarak gizemini gün yüzüne çıkarmayı denediğim söz konusu ruhsal ögenin ne denli önemli bir konu olduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim günümüz insanı hayatın ağır yükü altında ezilirken ve bir bataklık içinde debelenip tutunabileceği bir dal ararken ivedilikle ihtiyaç duyduğu güçlü ve keskin bir histir bu. Bu yazıda, inancın insan hayatındaki yeri ve önemi ile birlikte onun noksanlığı durumunda ortaya çıkan olumsuz neticeleri “öz-benlik” ve “dirimsel bağ” kavramlarını kullanarak açıklamaya çalışacağım. Fakat bu gizemi aydınlatabilmek için öncelikle “öz-benliğin” (manevi irade) ve “dirimsel bağın” mahiyeti üstüne değinmeliyim.
“Öz-benlik” tinsel yapının en yoğun olduğu bölgedir. Yüreğimizin sesi ve kendi öz-kimliğimizdir. Bireyin gözünde hayatın anlamı, iyi ile kötünün sentezidir. Ruhsal değerlerin güzergâhı, dolayısıyla sahip olduğu olgunluktur. “Dirimsel bağ” ise, bu iradenin gerçek hayatla bütünleşmesini ve bağlantı kurmasını sağlayan soyut bir köprü görevi üstlenir. Manevi irade bu bağ aracılığıyla güçlenerek yapılanır ve gerek bireyin usuyla gerekse de hayatla (bilinç aracılığıyla) kurduğu bağlantıyla onun psikolojisinde etkin bir rol oynar. Söz konusu iradenin bu bağ yardımıyla hayatla kurduğu bağlantı, zamanın sürekliliğinden doğan dinginliği kazanmasına vesile olur. Bu kazanımla birlikte benliğin tinsel değerleri içerisinde bütüncül bir mizansen sağlanır. “Dirimsel bağın” gücü oranında “öz-benlik” mizansen rolünü benlik içerisinde yerine getirir ve böylelikle ruhsal açıdan bir kaos yaşanması önlenir. Çeşitli tinsel değerler, reel dünyadan edinilen deneyimlerde kendi oluşsal/amaçsal karşılıklarını bulduğu zaman ya da kişinin istemli bir şekilde tefekkür ederken özünü ilgilendiren veya özünü etkileyen konularla ilintilediği zaman (çağrışım yoluyla) bilinç düzeyine yükselirler. Bu durum, kişinin zihinsel melekeleri ile “öz-benliğinin” sağlıklı ve koordineli bir şekilde çalıştığının göstergesidir. Dingin bir “öz-benliğin” ve sağlıklı zihinsel yetilerin sağladığı bu ahenk vesilesiyle birey ana(!) odaklanabilir ve rutin hayatını veya günlük programını yerine getirebilir. Söz konusu bağ aracılığıyla “öz-benlik”, hem onun gerçek yaşamla kurduğu bağlantıda yani anlık bilincinde yaşanılanlardan etkilenir(bilinç aracılığıyla); hem de zihinsel süreçler aracılığıyla aklın süzgecinden geçirilen iç veya dış kaynaklı verilerin anlamsal içerikleriyle nitelenir ve devinir. Böylelikle yaşanılanlardan etkilenen “öz-benlik” bireyin ruhsal durumunun değişmesine neden olur. Dolayısıyla bu tinsel yapı, onun psikolojisini iyi veya kötü yönde etkileyebilen; düşünsel, algısal ve duygusal akışların anlamsal içeriğini belirleyen önemli bir kapasiteye sahiptir.
“Dirimsel bağ” başlangıçta yaşama tutunma güdüsüyle oluşan ve zamanla hayata dönük ilgi kisvesinde onun “öz-benliğini” soyut bir plasenta gibi besleyen tinsel bir ögedir. Bu öge, bireyin olgunlaşma süreci ile birlikte inancın gücü oranında onu hayata bağlayan, böylelikle güncel zamana demir atmasını sağlayan ruhsal bir yetidir. Bebek hayata tutunmak için özellikle anneden aldığı sevgiyle dirimselleşme yoluna gider. İlerleyen yıllarda da pek çok değeri içselleştirerek manevi iradesinin gelişimini sürdürür. Yeterli bir olgunluk düzeyine ulaştığında ise tinsel nitelenme süreci başlar ve hayatın gerçeklerini tanımaya ve yaşamaya başlayan kişi bu bağın gücünü sağlayan inancı oluşturmaya başlar. Hayatı sevmek, onun hayatı sevmesine neden olan unsurlara dönük bir farkındalığı, daha da ötesi, onun bu unsurlar aracılığıyla hayatla bütünleşmesini sağlayan bir bağ ve bu bağa hayat veren güçlü bir inancı gerektirir. Sevgi onu hayata yöneltir evet; ama bireyin hayatın derin sularına demir atmasını sağlayan “dirimsel bağ” yani inançtır. Dolayısıyla hayatı ve yaşamayı kaderin bütün zorluklarına rağmen seven birinin bu bağı güçlü olacaktır. Geçmişteki güzelliklerin gelecekte de gerçekleşeceğine dair duyulan güven ve umudun bir bileşkesidir inanç…
İyi ile kötünün zıt kutupları olduğu bu sistemde mutlak olan(!) düzenini kurmuştur. İnsan hayatındaki kader olgusu kendi bireysel bakış açıma göre doğrudur. Ancak sıradan biri bile olası kaderinin akışını değiştirebilir. Her ne kadar dile getirmiş olduğum bu son üç cümle, kaleme aldığım bu yazının kapsamı dışında gibi gözükse de bir noktada önemli bir bağlantı teşkil etmektedir. O yüzden mutlak olana(!) dair bazı tespitlerime bu yazıda yer vermek istedim.
Tanrıyla buluştuğumuz nokta şu andır. Ana(!), yani şimdiki zamana ve hayata karşı duyulan inanç Tanrıya duyulan inançtır. Bireyin sahip olduğu inancı geliştirmesi, hayatın gerçeklerini yaşayıp manevi iradesini olgunlaştırması ile mümkündür. O gerçeklerden kaçmamalı, saklanmamalı ve inkâr etmeden kabullenmelidir. Çünkü edinilen deneyimler onun “öz-benliğini”, dolayısıyla “dirimsel bağını” besler ve güçlendirir. Hayatın anlamı kişinin gerçeklerle olan ilişkisinde belirir; bu yüzden o kendi gerçeğine yönelmelidir. Eğer Tanrıya dair somut bir bilgiye sahip olsaydık, “Onun(!)” ruhumuzdaki aşkınlığı büyüsünü yitirirdi. Onu aşkın kılan unsur, kendi bilinmezliği ve bu bilinmezliği daimileştiren gizemli gerçeğidir. Simgelerden veya kavramlardan yola çıkarak Tanrı bilgisine ulaşılamaz; çünkü o her şeyi aşkın bir bilinmezlik altında kendisini farklı suretlerde gösteren, zamanın ve mekânın hüküm sürdüğü sisteme aşkındır. O, ulaşılamaz olandır. Bilakis pek çok farklı şekilde insana dolaylı veya dolaysız yollardan ulaşır. Bu durumda biz ona sarılmak için bilinen en eski yolu tercih etmeliyiz… İnanmayı…
İnanç ve hiçlik, iyilik ile kötülüğün (metafor olarak kullanılmıştır) oluşturduğu düzende cereyan eder. Bir tarafta uğruna savaştığı manevi değerler adına acı sonun gelişini engellemeye çalışarak kudreti ve metanetiyle karanlığa karşı meydan okuyan inanç, diğer tarafta ise; zamanın kendi lehine işlediği, evrenin varoluşunun karanlık yüzü ve kaçınılmaz sonu olan hiçlik vardır. İnancın hiçlik karşısında direnebilmesinin nedeni, onun gerek sevgi ve iyilik gibi değerlerle gerekse de hiçlik duygusunun kendisiyle nitelenmiş olmasıdır. Çünkü onun varoluşunu belirleyen unsur bir madalyon gibidir ve bu madalyonun parlak yüzü manevi değerleri, karanlık yüzü ise ölüm gerçeğini kabullenmeyi gerektirir. Ancak bu kavramın tanımı ne sadece manevi değerlerle ne de hiçlik hissiyle yapılabilir. İnancın metanetini sağlayan kalkan hiçlik hissinden pay aldığı için onu koruyabilir.
Hiçlik karanlığın ve yokluğun efendisidir. Parlak bir aydınlığın yapabildiği tek şey onu bastırmaktır. Ayrıca er ya da geç hiçlik evrenin tek hâkimi olacaktır. Yine de inanç hiçlik karşısında tek etkili silahtır. Kuvvetli bir inanç, doğum ile ölüm arasındaki bütün ömrünü kullansa dahi bir gün sönüp gidecektir. Kısacası evrenin sonsuz yazgısının ipleri hiçliğin elindedir. Evrenin ihtiva ettiği şeyler, hiçliğin sonsuzluğunda özdeksel (maddi) veya tinsel (madde karşıtı) bir forma sahip oluşlardır. Onlar, yok oluşa karşı direnen güçten pay alırlar. İnanç hiçlik hissinden pay almıştır çünkü yok olmanın anlamını ve gerçek hissini kendi genlerinde taşır. O, bir gün yok olacaktır. İnanç, sevgiden ve yaşama isteğinden de pay alır ki; onun var olma nedeni bu ve pek çok değeri yaşatmaktır. İnanç, söz konusu değerlerle hayat bulur ve bu değerleri yaşatmak için hiçliğin karanlığına karşı zırhını kuşanır. Bu durumda hiçlik, karanlığın hüküm sürdüğü ve bütün yaşamsal değerlerin ölümle sona erdiği derin bir boşluktur; yokluktur. Kaygı, umutsuzluk ve anlamsızlık hisleri kendi olumsuz etkileriyle hiçliğin insan doğası üstündeki gölgesidir, ama hiçliğin kendisi değildir.
Geçmişle kurulmuş olan sağlam bir ilişki, elde edilen izlenimlerin güçlü bir yargı oluşturmasıyla meydana gelir. İyi ile kötünün enginliğinde, karanlık ile aydınlığın daimi mücadelesinde kaybetmenin ve yaşamanın ne olduğunu bilmek bizi gerçek olanla tanıştırır ve hayatla olan ilişkimizi güçlendirir. Bu durumda hayatın gerçeklerinin bilincinde olmak, bizim somut delillere olan güvenimizi pekiştirir. Öte yandan yaşanılan geçmişin somut delilleri akabinde güven duygusunun oluşumu, bizim geleceğe dönük umudumuzun gelişimini hazırlar. Çünkü geçmişin somut delilleri ve onlara karşı duyulan güvenin verdiği rahatlatıcı his, umudun alevlenmesini ve ışıldayan yüzünü ufukta belli etmesini sağlar. İşte, güçlü bir güven duygusunun umutla birleştiği, yani geçmişin kadim tecrübelerinin geleceğin iyimser ışığı olan umutla kesiştiği noktada inanç kendisini tam da o anda gösterecektir. İnancın oluşumunu sağlayan geçmişin sağlam iradesi ve ona ruhunu veren umudun enerjisidir. İnanç, bu iki bileşenle birlikte tinin var olma isteğini gerçek hayatla bütünleşerek gerçekleştirir. İnancın gücü arttıkça birey şu anla, yani aktüel olanla bütünleşir çünkü inanç tinin var olma isteğinin ve yaşam enerjisinin soyut formudur. İradeye kazandırdığı güçlü hayatiyetle bireyi yaşama bağlar. İradeyi ayağa kaldıran yegâne unsurdur. İnancın var olma nedeni sevgi, aşk ve diğer manevi değerler adına hiçliğe karşı verilen bir meydan savaşıdır. O kendisini bu değerler uğruna hiçliğe karşı siper eder. Çünkü tini var eden bu değerlerdir, dolayısıyla inanç tinin var olma isteği, yani söz konusu değerlerin var olma nedenidir.
Güven ve umut hislerinin bir bileşimi olan inanç, onun gerçek dünyadan aldığı güçlü izlenimlerden yola çıkarak oluşur. Bir tarafta istenilen ya da beklenilen geleceğin gerçek olma umudu, diğer tarafta ise geçmişte yaşanılan deneyimlerin somut iradesine karşı duyulan güven duygusu vardır. Güven duygusunu pekiştiren geçmiş deneyimlerin ve izlenimlerin geleceğe dönük beklentiler ile bir araya gelmesi bireyin inancını güçlendirir ve güncel zamana demir atmasını sağlar. O, varoluşunu şimdiki zamanda gerçekleştirir ve hayatına sarılarak dirimselleşme yoluna gider. Bu durumda güven duygusuyla bir beden kazanan inancın şövalyesi, iyimser bakış açısının yani umudun kendi ruhuna hayat vermesiyle harekete geçer. İnancın filizlendiği ve şu anda meyvesini verdiği ruhsal dinginlikle “dirimsel bağ” manevi iradenin, dolayısıyla benliğin mizansen kapasitesinin sınırlarını belirler.
Umut; iyinin, iyiliğin ve güzelliklerin, ancak daha düşük bir olasılıkla, gelecekte gerçek olacağına dair duyulan histir. Tıpkı atılan zarın düşeş gelme ihtimali gibi. İnanç ise, geçmişin gerçeklerinden ve tecrübelerinden yola çıkarak sağlam bir güvenle umudu güçlendiren ve geçmişin daha iyi bir şekilde gelecekte tekerrür edeceğine dair duyulan keskin ve cesaret dolu bir histir. Sadece umut besleyen biri, beklentilerinin gerçekleşeceğine dair kendisini ikna edemez. Ama güçlü bir inanca sahip olan biri, kendisini ve çevresini ikna etme cesaretini yüreğinde bulabilir.
Güzel günler gelecektir; çünkü geçmişin gerçeklerine ve iradesine karşı duyulan güven duygusu, güçlü bir inancın oluşumunda bir dayanak noktası teşkil eder. Ümidin kendisinin gerçekçi ve güçlü bir formu olan inanca terfi etmesi bu yüzdendir. O, geçmişin gerçeklerinin iradesi ve geleceğin umudunu yaşatan alevin kıvılcımlarıdır.
İyi ile kötünün düzeninde bir var olma savaşı veren inanç, hiçliğin gelişini geçici dahi olsa erteler, engeller. İnanç var olma isteğiyken hiçlik her şeyin sonu ve bitişidir. Zamanın kumları hiçlik lehine akarken inanç, akıntının tersine göre kürek çekmek, direnmektir. Güçlü bir inanç gerçek olandan yola koyularak olası geleceğin kaderini değiştirebilen bir mucizedir; gerçeklerin iradesinde umutla ruh edinen güçlü bir başkaldırıştır. Hiçliğe ve kaderin karanlık yazgısına karşı… “Yaratana” karşı duyulan inanç kişinin ruhunu beslerken, kabuğun içindeki çekirdek misali, bireyin kendisine karşı beslediği inanç onu harekete geçirir. Bu şekilde o sahip olduğu potansiyelini edimsel (gerçek) hale dönüştürür, yani var olur. (Aristo)
Manevi değerlerin hayatın binbir çeşit kötülüğü veya olumsuzluğu tarafından lekelenmesi, ihmal veya istismar edilmesi onun “öz-benliğini” yaşatan hayatın anlamını kalbinden söküp alır. Bu durumda inancın şövalyesi var olma amacını kaybettiğinden inzivaya çekilir, dolayısıyla onun savunması hiçliğin olumsuz etkisine karşı zayıf düşer. Hiçliğin karanlık gölgesinin kişinin manevi iradesi üstündeki etkisinin güçlenmesi kaygının, anlamsızlık ve umutsuzluk duygularının pekişmesine neden olur. “Dirimsel bağ” gücünü kaybettikçe kişinin aydınlık geleceğe bakan penceresi ufkunu karanlık bir uçurumun devasa boşluğuna çevirir. Sevgi ve önemli manevi değerler adına verdiği çetin mücadeleyle onun var olma isteğinin bir simgesi olan inancın yerini, artık kocaman bir kaygı çemberinde ayakta kalmaya çalışan soluklaşmış bir “ben” ve anlamını yavaş yavaş kaybeden hayatın cansız ritimleri alır. Hayatın anlamı bundan böyle yoktur. Güncel hayata tutunma ve gerçeğin güzel yönlerini görme yeteneğini zamanla kaybeden birey kendisine ve dış dünyaya kademe kademe yabancılaşır. Akıntıların gelgiti içerisinde hayatının amacından ve gerçeğin kendisinden uzaklaşır.
O, kaygının etkisiyle içe kapandığından ve/dolayısıyla hayatın sevgi evinden uzaklaştığından duyguları canlılığını kaybeder ve siyaha bürünür. Kan kaybeden iradesiyle bu olumsuz sürece karşı koymaya çalışır ama başaramaz. Onun izlediği yolun istikameti kendisine bir karabasan gibi yaklaşan gerçeğin alametidir. Çünkü gerçeğe karşı duyulan güvenin yerini kuşku ve kaygı almıştır. Duygularını kaygının girdabına kaptırdıktan sonra bireyin algısal süreçleri de olumsuz bir değişime uğrar. Bu durumda algının nesnesi olan iç ve dış dünyanın bireyin zihnindeki yansıması, kaygının tesirinde bir başkalaşım yaşar. Onun gözündeki hayat anlayışının ve izlenimlerinin içeriği önce karamsarlaşır sonra da bozulur; bunun nedeni gerçeklik algısının sağlıklı işlevini yavaş yavaş kaybetmesidir. Bu durum kişinin gerçeklik anlayışından uzaklaşmasının miladıdır. Kaygının yoğunluğu, zayıf düşen “öz-benliğe” üstünlük sağlayarak onun zihinsel yetilerini etkilemeye başlamıştır. Bu süreç ilerledikçe kişinin ruh sağlığı aşama aşama kötüleşir. Geriye son bir kale kalır ki; bu kale, onu hayatında var eden yegâne cevheri ve ruhunun ışımasını sağlayan işletim sisteminin kaynağıdır; yani düşünce gücüdür.
Güncel hayattan kopan ve boşluğun derin uçurumuna doğru yuvarlanan kişi, bir yandan da kendisine soyut prangalar üreten zihinsel melekeleriyle mücadele etmek zorunda kalır. Algısal ve duygusal akışlardan yola koyularak düşünsel süreçlerin de kaygı ve yoksunluk hisleriyle belirlenmesi, onun mantığının karakteristik yapısını bozar. Sonuçta kale içeriden fethedilmeye başlar. Bozulan zihinsel süreçlerin sağlıksız işlevi neticesinde gerçek-dışı bir dünya anlayışı oluşmaya başlar. Dolayısıyla bu durum bireyin zihnini tam anlamıyla kuşatır ve onu çaresizliğe karşı yüzüstü bırakır.
“Dirimsel bağın” gücü, bir yönüyle inancın güçlü kalkanını oluşturduğundan kişinin yaşayabileceği çeşitli ruhsal sıkıntılara veya psikolojik travmaların etkisine karşı koruyucu bir tampon görevi üstlenmekte; diğer yönüyle de onu şu ana ve gerçeğin iradesine demir atmasını sağlamaktadır. Nitekim inancı zayıf birinin yaşayacağı zor süreçler neticesinde ruhsal hastalıklara yakalanma riski daha fazladır. Çünkü manevi irade mizansen rolünü yeterince yerine getiremediğinden benliğin duygusal ve düşünsel dinamikleri kendi sağlıklı düzenini/akışını kaybeder ve o tinsel açıdan bir kargaşa (kaos) yaşar. Zira bu soyut plasentanın kuvveti “öz-benliğin” kadrajının sınırlarını, yani ruhsal metanetin kapasitesini belirlemektedir.
Onun ruhsal açıdan zenginleşmesi, kaderi ile olan mücadelesinin yerini hayatın ve anın dinginliğine vermesi ile başlar ve tüm kâinatın gizemini bir nimet ve kıymet olarak benimsemesi ile filizlenir. Mutlak olanla(!) bütünleşmek ve onunla bir olmak koşuluyla…
Böylelikle hayat bir gizem, gizem bir sürpriz, sürprizler ise engin diyarlara açılan yolculuğun birer iletisi haline dönüşür. O, kesin olarak belirlenmemiş olan geleceğini mümkün olduğu kadar belirlemeye çalışan us sahibi bir insan olarak kendi yolunu takip edecektir…
İnsanın hayatla bir olma isteğinin nedeni onun eksik bir varlık olarak yaratılmış olmasıdır. Onun eksik olduğu yön fizyolojik olandan ziyade ruhsaldır. Kişi manevi iradesini, ancak kendi hayatını sevgiyle benimseyerek besleyebilir ve bu şekilde hiçliğe karşı koyabilir. Tinsel devinim “farkındalık” ve “merak” yoluyla başlar. Ardından irade hedefine yönelir ve “dirimsel bağ” aracılığıyla ulaştığı nesneyle bütünleşir. Bu şekilde o kendi eksik parçasını hayatın bin bir çeşit güzelliğiyle bütünleşerek tamamlar. Söz konusu bağın yani inancın gücü oranında ise; gerçeğin denizine demir atarak ruhsal açıdan sağlam bir dinginliğe kavuşur. Bu dinginlik ise; onun metanetinin ve direncinin en önemli parçasını oluşturur. Kişinin manevi özgürlüğünü sağlayacak olan unsur “öz-benliğin” “dirimsel bağ” vesilesiyle hayatla bir olmasıdır. O, farkındalığını bilgi düzeyini arttırarak güçlendirmeli, dolayısıyla gerçek yaşamı ve onun evrensel öğretilerini benimsemelidir. Ruhsal olgunluk ve bilgelik düzeyini arttıracak olan süreç ise; gerçeklerle kurduğu temas vesilesiyle gerçekleşecektir.
Kaleme alınan bu yazının manevi açıdan zor bir durumda olan bireye her şeye rağmen hayatı kucaklayabilmesi için destekleyici bilgilerle donandığı düşünülebilir. Günümüz insanı kendi özgürlüğünü virtüel anlamda, yani iç-dünyasında gerçekleştirebilir ve inancının asaletiyle ruhunu besleyerek bu özgürlüğü varoluşunda daimi kılabilir. Onun en önemli özgürlüğü kendi iç-mikro evrenidir. Sahip olduğu inanç ise; o iradeye hayat veren Tanrının bir lütfudur.

