Bireyin hayatında yaşadığı deneyimler, ruhsal yapısının olgunlaşmasında ve derinleşmesinde önemli bir rol oynar. Bu durum ise manevi bir varlığın oluşunu gerekli kılar. Peki, manevi irade diye bir yapı gerçekten var mıdır? Öncelikle, gerçek hayatta yaşanılan deneyimlerin bizde yarattığı etkinin yalnızca fiziksel bir değişim olmadığını, aynı zamanda manevi bir değişime de neden olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu nedenle, değişen yapının manevi olduğunu ve bu manevi boyutun fiziksel değişimlerle birlikte var olduğunu düşünebiliriz. Ruhsal devinimin fizyolojik olarak beyinde yarattığı kimyasal değişimler olsa bile bu durum, manevi iradenin var olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü bireyin bedeni ve ruhu bir bütündür. Ruhsal kökenli değişimlerin fizyolojik etkileri olduğu gibi, fizyolojik kökenli değişimlerin de ruhsal semptomlara neden olması insanın yaradılışında gözlemlenen doğal bir olgudur. Ruhun kendisine içkin varoluşunu mümkün kılabilmesi için gerçek dünyaya uygun maddi bir forma, yani fizyolojik bir temele ihtiyacı vardır. Dolayısıyla insan bedeni, ruhun gerçek dünyada var olabilmesi için yaratılmış organik bir yapıdır.
Yaşadıkça ve yaşlandıkça devinen; deneyimledikçe nitelenen manevi bir iradenin varoluşu tarih boyunca sorgulanmış felsefi bir gerçektir. Metafiziksel ve felsefi bir bakış açısıyla, insan kendi gözüyle göremese de ve bilimle kanıtlayamasa da manevi bir iradenin varlığını kabul etmek durumundadır. Çünkü edinilen deneyimlerle devinen manevi bir boyut vardır. Bu boyut, bireyin zihinsel yetilerinin işlevi sırasında meydana gelen kimyasal bir reaksiyon değil, onları aşkın bir iradenin oluşum süreci ve dönüşümüdür. Biz, insan psişesinin büyük resmine baktığımızda, fiziksel bir kanıt olmasa bile manevi iradenin varlığını çeşitli açılardan varsayımsal olarak sorguladığımızda, bu yapının gerçek bir varlık olduğunu kabul etmemek için hiçbir neden yoktur. Maalesef bu irade, insanoğlunun kaderinin bir yol göstericisi olan kutup yıldızı rolünü üstlenmesine rağmen günümüzde genellikle göz ardı edilmiş ve yadsınmıştır. Nitekim bu yeti insanın kendi özünü oluşturur. Ayrıca, insan doğadaki diğer canlılarla karşılaştırıldığında kendisine has ayırt edici niteliklere sahiptir. Örneğin, düşünme, hayal kurma ve imgelem yetenekleri insanda daha gelişmiş ve karmaşık bir şekilde ortaya çıkar. Bir başka insani vasıf olan duygular, fiziksel bedenin ve ruhun içinde bulunduğu durumlara karşı verdiği tepkilerdir (Descartes). Duyu organlarımızın nesneleri algılamasıyla içsel veya dışsal pek çok farklı his deneyimleriz, örneğin haz veya acı gibi. İşte bu gerçeklerden yola çıkarak, asırlardır felsefe tarihinde sahne almış pek çok önemli düşünür, insan benliğinin bu yetilerini göz önünde bulundurarak çeşitli teoriler öne sürmüş ve benliği kendi içinde çeşitli katmanlara ayırmıştır. Bunun nedeni, bu ruhsal yapının derin, kapsamlı ve karmaşık olması; farklı yetilerin birbiriyle olan etkileşimiyle müthiş bir ahenk oluşturmasıdır.
Manevi irade veya tin devinimsel bir yapıdadır; yani bireyin gerçeklerle kurduğu temas sürecinde değişime ve gelişime açıktır. Ayrıca bu yapı, zihinsel yetilerle bir bütünlük oluşturduğundan düşünsel ve algısal süreçlerde etkili olabilmektedir. Dolayısıyla onu kendi hayatında yönlendiren ve yöneten bir işleve sahiptir. Kişinin manevi iç-temasına göre iradeyi gerçeğe ve gerçeğin öğretilerine yönelten iç-güdüsü ise “meraktır.” “Merak”, bireyin anlam arayışlarını ve düşünsel arzularını gerçekleştirmek için iradeyi aradığı gerçeğe doğru entegre eder.
Manevi iradenin, yani “öz-benliğin” ve ben yöneltisi anlamına gelen “merakın” onun bu denli yaşamına yön veren yetileri olması bizi daha önemli bir gerçeği sorgulamaya teşvik etmektedir. Hayat bir yolculuk ise ve kişi bu yolculukta kendi mücadelesini veren, ayrıca yaptığı tercihlerle yaşam kalitesini ve niteliğini değiştirebilen bir varlık ise, onun “farkındalık” ve “merakı” varoluşunun anahtarı ve koşulu anlamına gelmektedir. Bireyin varoluşunun fitilini ateşleyen unsur “farkındalık” ve “meraktır.” “Farkındalık” “merakın” başlangıcı, “merak” “farkındalığın” devamı değil midir? Bu döngüsel süreçte, İkisi birbirini gerektirir ve güçlendirir. Fakat kişinin var olan gerçeklerle nitelenebilmesi ve hakikatleri doğru bir şekilde idrak edip onları benliğine kazıyabilmesi için belli bir zihinsel olgunluğa ulaşması, yani gelişim sürecini tamamlaması gerekecektir.
Bedensel ve zihinsel gelişimin genç birey açısından yeterli bir düzeye ulaşması ile birlikte artık hayata bakan kapılar açılır ve özgürlüğünü gerçekleştirebilmek için bir olanak haline gelen yaşam sanki kulağına fısıldar gibi onu kendi kaderinin yolculuğuna çağırır. Artık o rıhtımdadır ve kendisini engin deryalara, fırtınalı ve azgın sulara götürecek olan gemisini gözlemektedir. Gemi özgürlüğünün simgesi ve kendi iradesidir. Ta ki; kaptanı kendi gemisinin dümenine hükmedene dek…
Varoluş yolculuğuna koyulan kişinin kendi benliğinde deneyimlediği en güçlü his keşfetme ve atılım isteğidir. Çünkü o, henüz içinde bulunduğu kozayı kırıp hayata yelken açmadığı için yaşama ve öğrenme ihtirasıyla dolup taşmaktadır. Sevgi ve iyilikle dolu benliğine hayat veren unsur ise geçmişinde yaşadığı güzel anıların alevlendirdiği umudun kor ateşi, güneşin hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken gülümsemesi ve parıldayan ışığıdır. Dolayısıyla şu anki manevi oluşumda hayatın anlamı bir macera ve serüven temasına sahiptir. Geçmişin sevgi ve coşku dolu zenginliği o kadar parlaktır ki; bu güzellikler bireyin geleceğine yansımakta ve yaşamaya karşı heveslendirirken cesaretinin gücünü arttırmaktadır.
Hayatı tanımayan gencin “farkında” olduğu şey kendi tecrübesizliğinin ve naifliğinin verdiği tatlı ve sakin bir duygudur. Onun manevi iradesi henüz çizimi yapılmamış boş bir tuvaldir(John Locke). Tuvalin bu iç temasızlığı (boşluğu) hayata yönelme isteğinin oluşum sebebi ve anahtarıdır. Çünkü öğrenilecek ve keşfedecek çok şey vardır. Henüz, ruhsal açıdan bir deneyim süreci ve belirlenimi yaşamamış olmasından ötürü söz konusu irade saf bir forma sahip niteliksiz ve katıksız bir yapıdadır. Kaygı henüz zehirli salgısını salgılamamış, kötülük henüz yüzünü göstermemiş, anlamsızlık ve hiçlik duygusu gökyüzünde belirmemiştir. İleride o hayatı keşfettikçe ve yeni tecrübeler edindikçe içindeki “merak” iç-güdüsünün güçlendiğini hissedecektir. Böylelikle gerçeğe doğru uzanarak kendi manevi iradesini devindirecektir. Yaşanılan tinsel devinim ve gerçeklere entegre olma süreci de birbirini tetikleyecektir. Hayatın gerçekleriyle kurulan temas zamanla kendi manevi iradesinin kapasitesini arttırdıkça hakikatin onun açısından önemi daha da artacaktır. Çünkü gerçeği deneyimleme ve analiz edebilme gücü, manevi iradenin gelişimiyle çoğalacaktır.
Başlangıçta bireyin zihninde bir hedef yoktur. Herhangi bir yargıya, fikre veya tecrübeye sahip değildir. O, rüzgârda süzülen bir yaprak misali gibi boş bir zihinle, beklentisiz ve tasasız bir eda ve ruh hali içinde hayatın bahçesine konar ve gün gelir, perdenin arkasında gizlenen ve henüz yüzünü göstermemiş olan öteki hayat(!) kendi “merakının” hedef noktası oluverir. Bu temas, geçmişte yaşanılan ya da gelecekte yaşanılacak olan olumsuz bir deneyimin anlık “farkındalığına” varılarak gerçekleşir. Yani kişi, geçmişte yaşanılmış olan kötü tecrübelerin nesnel iç-yüzüne veya gelecekte yaşanılacak olan travmatik olayların anlık “farkındalığına” ulaşır. Bu deneyimin etkisi, bireyin tinsel yapısında saklı kalmış olan bazı önemli ögelerin su yüzüne çıkmasına neden olur. Yaşanılan tecrübelerin neden olduğu tinsel belirlenimin derin olmasının nedeni, ilk ayrılma ve boşanmanın verdiği yalnızlık duygusudur. İlk aşağılanmanın hissettirdiği üzüntüdür. Sevgi evini terk eden kişinin içinde devleşen yoksunluk hissidir. Aşk acısının depreştirdiği kara sevdadır. Masum bir yavrunun yüzünde patlayan kocaman bir tokadın onun küçücük kalbinde yarattığı dehşet verici sarsıntısıdır; kırmasıdır. Çaresiz kalmış iyiliğin dumura uğramasıdır. Soğuk, kaskatı kesilmiş yardıma muhtaç bir ergenin ruhunun damarlarında hissetmek zorunda kaldığı dondurucu, bitirici, yok edici duygudur. Yaşanan pek çok olumsuz deneyim sevgiyi, iyiliği ve haklıyı katleden; kaybetmenin ve yok etmenin atası olan kötülüktür.
Yola koyulmadan önce naif ama umutlu, tecrübesiz fakat oldukça iyimser olan genç artık kaderinin bazı önemli gerçeklerinin “farkındalığına” varmış ve olgunluğa giden heybetli, uzun ve çetrefilli yolun daha başlangıcında olduğunu anlamıştır. İşte bu noktada umudun enerjisi ruhsal damarlarını yeterince ısıtmamaya ve kendi yolunu yeteri kadar aydınlatmamaya başlar. Çünkü hayatın karanlık gerçeği genç bireyin ruhuna ağır bir darbe indirmiş, cesaretini kırmış ve yaralamıştır. Böylelikle geleceğe dair kurulan düşlerin, umutların ve beklentilerin gücü azalırken ufuktaki ışığın görülmesi zorlaşır. İmdi kişi, hayatın ve var olmanın karanlık gerçeğiyle tanışmış ve yüzleşmiştir. Umut gücünü yitirdikçe ve kaderin kötü gerçekleri ruhunda var olan güzellikleri gölgeledikçe kaygı(!) iyice gün yüzüne çıkar. Anksiyetenin yoğunluğu arttıkça birey, şimdiki zamanın nimetlerinden uzaklaşmaya başlar. Onun şimdiki zamandan kopmasının nedeni kaygının, kendi özü ve hayatla arasında kurulu olan bağlantıyı işgal etmesidir. Bu durumda şimdiki zamanın işgali, onun geleceğe ve geçmişe açılan kapılarını kapatır. Benliği kaygının yoğun etkisi altındayken patikanın ilerisini yani geleceğini ya da yolun gerisini yani geçmişini net bir şekilde göremez. Bunun nedeni kaygının bir karabasan gibi; iç-dünyasının ve manevi değerlerinin üzerine çökmesi ve kendi gözünde zamanın akışını dondurmasıdır. Bireyin deneyimlediği tek şey kendisine hiçliği anımsatan hayatın kaygı temalı portresidir. Kaygının gücü, onun hayata olan ilgisini ortadan kaldırır ve kendi içine kapandırır. Düşünsel ve algısal süreçler bu durumdan olumsuz etkilenir. Bu deneyim bir tutulmadır. Kendisini çaresiz ve yoksun hissettiren hiçliğin dokunuşudur. Söz konusu deneyim var olmanın acı gerçeğidir. Kaygının geniş zamanlı etkisi, kişinin ahlaki değerleri ve inançlarına sirayet ettikçe çaresizlik kisvesinde anlamsızlık ve yalnızlık duygusunun güçlenmesine neden olur.
Artık benliğin manevi iç-teması yeniden belirlenmiş ve bireyin gözündeki hayatın anlamı değişmiştir. İyiliğin olduğu kadar kötülük, mutluluğun olduğu kadar keder de vardır. Bu koşullar altında güçlenen anlamsızlık duygusu ona yeni bir yönelim olanağı sağlar. Bu süreç kendi hikâyesini yazan bir yazarın not defterinde açtığı temiz, bembeyaz bir sayfadır. O, içindeki anlamsızlık duygusunu kompanse edebilmek için kendi “merakı” nefsinde hayatın anlamını aramaya koyulur. Aradığı şey gerçeğin gizemi ve ötesi, mutluluğa giden yolun işareti ve ipuçlarıdır. Ama bu uzun ve meşakkatli bir yolculuktur. Hayatı kucaklayabilmesi için ölüm gerçeğini; sevgi ve arkadaşlık duygusunun kıymetini anlaması için de kaybetme hissini ve dehşetini tecrübe etmelidir. Kıymetli ahlaki değerlerle donanmalı ve özgürlüğünü törpülemelidir. İyi bir insan olmak için vicdan sahibi olmayı ve güçlünün değil, haklı olanın yanında olmayı bilmelidir. Bu bağlamda sevginin bileşenlerinden biri olan acıma duygusunun gelişimi, kişinin vicdanının olgunlaşmasıyla paralel işleyen bir süreçtir. Bu da ancak tecrübe edilen deneyimlerin içsel bir muhakemesinin yapılmasıyla mümkündür.
İnsan ölümü, ölümlerle öğrenir. O olgunlaştıkça hiçlik duygusunu bu şekilde tanır; çünkü insan ölüm karşısında çaresizdir. Zamanla her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğunu bilmeli ve sadece Tanrı’nın değişmeyen bir yaratıcı olarak sonsuza kadar var olacağını benimseyip ona olan inancını pekiştirmelidir. Bu noktada gelişen inanç umudun gerçekçi ve iyimser formudur. Bireyin hayata tutunmasını sağlarken ruhunu diri ve dingin tutar. İnancın gücü, hiçlik duygusu karşısında ayakta kalabilen en güçlü silahtır.
Yaşadığı serüvenin kritik bir dönemecine giren kaptanımız, büyük dalgaların ve güçlü bir kasırganın ortasında alabora olmamak için kendi gemisinin dümenini inancının verdiği kuvvetle sıkı sıkıya kavramış ve gecenin bitimini, yani gün ışığının yeniden doğmasını beklemektedir. O yenilmeden savaşmaya devam ettikçe cesaretinin ve metanetinin bir kalkan gibi kendisini koruduğunu görmekte ve karanlığın bütün sıkıntılarına karşı kafa tutmaktadır. Ancak kasırga güçlüdür ve eğer ki; gemi su almaya başlarsa, yani kişinin yaşadığı ağır travma “öz-benliğinin” kadrajını aşarsa olumsuz sonuçlar kaçınılmazdır. Bu noktada bireyin kendi iradesinin dümenini yitirme olasılığı, karanlığa gömülme ve boşluğa sürüklenme riskini oluşturur. Yine de onun içinde bulunduğu ağır koşullar ruhsal tekâmüle giden yolun engelleridir ve bilinmesi gereken husus odur ki, engelleri aşılmayan bir yolculuk hiç kimseyi bir yere götürmez. Böylelikle yaşadığı tecrübeleri doğru bir şekilde idrak edip onlardan önemli dersler çıkaran denizcimiz kendisine olan inancını pekiştirir ve güzelliklerin hiçbir zaman kaybolmadığını, onların sadece zamanın farklı anlarında ve farklı suretlerde kendisini gösterdiğini anlar.
Hayatta iyilik ile kötülük, mutluluk ile keder birbirlerinin varlık nedenidir ve hep birbirlerini gerektirirler. Birey var oldukça ve hayatı tanıdıkça iyiliğin gücünü kötünün varlığını bastırmak için kullanmayı öğrenecek ve bunu da kendisine ayrıca sevdiklerine karşı duyduğu inançla sağlayacaktır. O, er ya da geç içindeki sese kulak verip inancının peşinden gidecektir.
Ruhsal tekâmüle giden yol, kişinin hayatın gerçekleriyle kurduğu temasla devinen manevi iradesinden geçer. Başlangıçta naif durumda olan bireyin manevi iradesi yavaş yavaş “merakın” nefsinde hayatın gerçeklerine doğru entegre olmakta ve kendi iç-donanımını niteliksel açıdan zenginleştirmektedir. “Farkındalık” olmadan “merak” gelişemez ve “merakın” olmadığı yerde o, yeni ve güzel şeylerin “farkındalığına” varamaz. Gerçeğin anlamı bizim manevi yapımızda devinir ve bu da ruhsal tekâmüle ve öğretilere açılan bir kapıdır. Yaşadıkça ve yaşlandıkça hayatımızda olumsuz deneyimler olmaya devam edecektir. Dolayısıyla bu olumsuzlukların yarattığı yangını yatıştırıp onlardan yararlanmayı öğrenmemiz gerekmektedir. Çünkü bu durumlardan edinilecek olan dersler bizim gelecekteki hayat felsefemizi oluşturan manevi yapımızın temel yapı taşlarını meydana getirecektir.
Eğer var olmanın metaforu bir madalyonsa, var olmanın şartı bu madalyonun her iki yüzünü, yani bir yönüyle gerçeği tanımayı öbür yönüyle de gerçeği içselleştirmeyi gerektirir. Gerçeği tanımak önemlidir ama gerçeği içselleştirmek yaşanılan deneyimlerle bir olmak ve nitelenmek demektir. Biz yaşadıklarımızla birlikte niteleniriz. Bunun yanında kendi varoluşumuzu gerçekleştirmek için gereken nihai adımı cesaretle atabilme becerisi, ezelden beri tüm insanoğlunu var eden en önemli erdemlerden biri olmuştur. Yaşadığımız deneyimler ne kadar kötü olsa da kendi gücümüz oranında bu tecrübelerden pozitif dersler çıkarmayı ve onlardan arınmayı bilmek bizi var edecektir. Ama kesin olan şu ki; birey, hayatın “farkında” olmadan ve gerçeklere yönelmeden kendi varoluşunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyecektir.
İnsana yaratılışı gereği manevi bir irade ve bu iradeyi hayata doğru yönelten motive edici bir güç bahşedilmiştir. Bu noktada “farkındalık” ve “merak” yetileri, bireyin varoluşunun kilidini açan ve miladını başlatan en önemli insani vasıflardan ikisidir. Kendi bakış açıma göre varoluş süreci, bireyin kendi geçmişinden kalan izleri bir rehber gibi kullanmasıyla başlar. Var olmanın ölçütü, kişinin hayatın gerçeklerini özümseme eşiğiyle belirlenir. O yaşadıklarından ibret aldıkça kendi inancının gücü oranında geleceğe cesaretle uzanacaktır. Ruhsal tekâmülünü gerçekleştirdikçe hayatında aşama kaydedecek ve var olarak kendi özünü oluşturacaktır. Birey açısından var olmanın esası bunu gerektirir.

